12 Ağustos 2015 Çarşamba

TRANS ANATOLİAN TOUR 2.GÜN

Sabah 4’ te yataktan kalkıyorum. Kafam dönüyor ve yatak beni çağırıyor. Bir an 1.gün yazısı okuyorsunuz zannetmiş olabilirsiniz.  2.gün dejavu yaşıyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi 2 gün üst üste kısa süreli uyumak beni tepe taklak etti. Hazırlanmamız için bana göre çok kısa, Serhat’ a çok uzun 1 saatimiz var. Neden bana çok kısa derseniz, 2 çorabımı giymem arasında 5 dakika vakit harcayan, yani aşırı ağır hazırlanan bir insanım. Zaten akşam yatmadan önce heybeyi öyle bir dağıttım ki toplaması bile zor. Deli gibi ortalıktan malzemelerimi topluyorum. Kamera bir yanda şarjlar bir yanda. Çarşı Pazar fena karışmış halde.
Karnım şiş olduğundan banyo-tuvalet faciasına yöneliyorum ve rezaleti görünce aynı anda geri dönüyorum.  Dayan diyorum kendime, yolda ya da diğer otelde hallederim diyor ve toplanmaya devam ediyorum.
Aşağıya inip hızla çantaları bisikletimize yükleyip saat 5’ te yola çıkıyoruz. Programın gerisinde 35 km. gerisinde kaldığımızdan daha çok efor sarf etmemiz gerekli. 2.Gün planımız Çay ilçesine varıp orada kalmaktı. Bilecik – Çay arası 242 km üstüne 35 km de Bileciğe varamadığımız kısım var, toplam 277 km Yemede yanında yat misali. Üstüne üstlük 100 metrelerden 1000 metre irtifalarına çıkacağız. Anlayacağınız uçuyoruz. Bilecik çıkışı rampalar bizi bekliyor.
Rotacıbaşı (yeni uydurdum) olarak Serhat’ a Osmaneli’ nden 2 çıkış olduğunu söylüyorum. 2.alternatif olan ilçe içinden giden yolu seçiyor ve berbat bir yoldan 8 km kadar gidip anayola bağlanıyoruz.  Yolda en çok dikkatimi çeken yol üzerinde sağlı sollu mermer fabrikaları. Çok miktarda mermer fabrikası bulunuyor. Biraz ileride de lastik fabrikası görüyoruz. Yol üzerinde serpiştirilmiş irili ufaklı bir çok işletme mevcut.
20. km lerde ilk tünelimiz karşılıyor bizi Hemen reflektörlü yeleğimi giyip, arka flaşörü açıyorum. Haritadan şu an baktığıma göre bu tünel 840 metre uzunluğundaki “Ertuğrul Gazi” tüneliymiş. Sabah çok erken saatte olmamız nedeni ile tünelde araç yok. Tünelin ortalarına gelirken bir araç giriş yapıyor. Homurtuları sanki bir araç konvoyu bizi ezmeye geliyor gibi efekt yapıyor. O ihtişamlı ses birazdan yanımızdan küçük bir otomobil olarak geçip gidiyor.
1.Tünelin bitişinden hemen sonra 2.tünel olan Ertuğrul gazi nin oğlu Osman Gazi tüneli başlıyor. Osmanlının kurucusu olması vesilesi ile o tünel daha uzun. 2474 metre. Tünele tam giriş yapmışken şerefsizliğine kornasına basan bir kamyonet sürücüsü sayesinde sanki tüm dağ tepemize geliyor zannetmemden dolayı bir anda ödüm bokuma karışıyor ve peşinde bildiğim bütün homofobik küfürleri sallıyorum.  O tabir doğruysa hala kulaklarının çınlaması lazım.
Hava bu taraflarda soğuk. Muz ve çerez molaları verdiğimizde hemen üşüme geliyor. Bu arada rampalar ufak ufak başlıyor. Ama yolların güzel olması ve rampaların tatlı sertliği bizi yormuyor. 38. Km de kahvaltı molası için bir yer buluyoruz. Biz tesise giriş yaptığımız sırada 1 otobüs dolusu ortaokul öğrencisinin otobüsten indiğini görüyoruz. Serhat bisikletin lastiğine hava basmaya gittiği sırada ben tesise yaklaşıyorum. Bir köpeğin bana doğru geldiğini görünce çekiyorum köpek kovucunun tetiğinee basıyorum, köpek bir anda yere çöküyor. Bunu gören öğretmeler hemen etrafıma toplandı. “Bu cihaz nedir? Kaça? İşe yarıyor mu? Bana satsana” gibi konularla diyaloğumuz başlıyor. Grup, Eskişehir’ den yola çıkmış ve öğrenciler ile birlikte hafta sonu turu yapıyor. Öğrenciler cıvıl cıvıllar. Bizde aralardan geçerek çorba içmek için yer bulup, çorbamızı içiyoruz. Kalkıp yola koyulurken öğretmenlerin birisi buradan birkaç yüz metre sonra bizi biraz sert rampanın olduğu hakkında uyarıyor. Kendisine teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz. Dediği gibi bir rampa %8-10 gibi bir eğimle biz karşılıyor. Yaklaşık 7 km süren rampa daha sonra eğim derecesini biraz azaltarak 35-40 km kadar daha devam ediyor.  Rampalar Serhat’ tan sorulduğu için bir çırpıda ya da benden daha hızlı çıkıyor.
Bu arada benim motorda yani bağırsaklarda sıkıntı büyümeye başladı. Mecazi olarak anlatırsak, motorda gaz fena birikti ama gaz çıkaramıyorum. Çünkü çıkartsam biliyorum ki yağda kaçıracağım. Ama sabırla hedef noktaya da ulaşma gayretindeyim. Aynı anda sol bacak kiriş kasımdaki çekme de ufak ufak acıya dönüşmeye başlıyor. Doğal olarak canımın sıkıntısı ve endişeler de artmaya devam ediyor.
Çorba içtiğimiz noktadan sonra yolumuzun 90. Km sine kadar hemen hemen hiç durmadan pedal basıyoruz. Yolda baharın yeşillendirdiği tarlalar ve kuş seslerinin yanında yolda selam veren kamyoncuların kornaları eşliğinde yola devam ediyoruz. 90. Km de bir çimento fabrikasının dışında yıkık bir barakanın dibinde mola vererek Nevres hanımın cezeryelerinin tadına buradaki molamız 15 dakika sürüyor. 1-2 km sonra su aldıktan sonra  az mesafe kalan Eskişehir’ e öğlen yemeği molası vermek için pedallıyoruz.
Eskişehir’ e öğlen gibi girdiğimizden hemen girişte yanılmıyorsam Özdilek alışveriş merkezinin dibine tabiri caizse yığılıyoruz. Alışveriş merkezinin girişinde güzel bir koruluk mevcut. Gölgesi de güzel serinlik veriyor. Alışveriş merkezinden hemen hamburger menülerini kapıyor ve hızla öğütüyoruz.  Burada 1,5 saatlik mola güzel geliyor.  Bu arada Emirdağ’ da konaklamaya karar veriyoruz. Çünkü Çay’ a varma ihtimalimiz yok. Yani planlanan rotadan 60-70 km kadar geride kalmış olacağız. Emirdağ öğretmen evini arıyor ve akşam 8.30 kadar orada olacağımızı söylüyoruz. Bu işi de sağlama almak iyi oldu.
Ardından yine pedal. Yalnız yol tabelaları bizimle bazen güzel oyunlar oynuyor. Hareket ettikten 1-2 km sonra bir alt geçitten geçerken “Kartal geçidi” tabelası görüyorum. Sanki bir anda başlangıç noktasına varmış gibi dönmüşüm hissi oluşuyor. Biraz önce ya da sonra Yeşilyurt tabelası görüyoruz. Zaten Bilecik’e varana kadar o kadar İstanbul tabelası gördük ki sanki “lan oğlum bak geri dönün, ne işiniz var ölüp gideceksiniz, ölmeseniz de pestiliniz çıkacak, akıllı olun” mesajları veriyordu. Ama biz inatla her tabelaya nanik yapıp yolumuza devam etmiştik. Şimdi ise İstanbul ilçeleri ve semtlerini çağrıştıran tabelalarla uğraşıyorduk. “Lâ havle” çekip yola devam ettik.
Eskişehir’ i görmeden çevreyolundan şehri terk ediyoruz.  15-20 km kadar sonra bir rampa karşılıyor bizi. Evelallah rampanın hakkından gelirken yolun diğer tarafından iki bisikletli geçiyor. Selam veriyorum ama arkadaşlar yokuş aşağı kaptırmış gittikleri için bizi fark etmiyorlar.  Rampayı bitirdikten sonra (artık bu yazıda pek edep kalmadı kusura bakmayın. Ayrıca bunu her insan yapar) yol kenarında çiş molası veriyorum. Anadolu topraklarına gereksiz katkılar yaparken bir yandan da telefonla konuşu… ulan o ne! Bacağımda bir acı! Sol bacağıma bir bakıyorum. Koca koca karıncalar doluşmuş, yirim seni deyip ıstırıyorlar. Hızla işimi bitirip deliler gibi bacağımı temizlemeye çalışıyorum. Bir tanesine yakından baktığımda amcam ciddi ciddi beni yemeye çalışıyor. Anlaşılan katkımı beğenmediler. Haklılar çünkü onların topraklarını işgale kalkışmıştım. Yola koyuluyoruz ama sol bacak fena kaşınıyor. Arkadaş ne olursa da sol bacağa oluyor.
Hedeflediğimiz mola noktası Çifteler köyü yakınındaki mesire alanı. Buradan Sakarya nehri temiz ve saf bir şekilde akmaya başlayıp, denize dökülmeden biz insanlar olarak hakkından geliyoruz. Yolun son 5-6 km si benim için çekilmez hale geliyor. Gaz birikimim bir evin 1 günlük ısınmasını karşılayabilir boyutta. Bildiğin piknik tüpü yutmuş haldeyim. Çiftelere girerken 13-14 yaşlarında köylü gençleri bizi uzaktan görüp o meşhur “hello” kelimesini söyleyip el sallıyor. Hatta el sallamayı bırak dansöz gibi kıvırtmaya başlıyor. Bende  uzaktan gayri ihtiyari “oğlum el salladın anladık ta niye kıvırtıyorsun?” diye bağırıyorum. O anda genç kaskatı oluyor ve arkadaşları bir anda ona dönüyor. Bu diyaloğun şokunu o an mı atlattı, yoksa hala köyde dalga konusu mu bilmiyorum. Oralardan geçen birileri yıllar sonra efsane olarak duyarsa devam ediyor demektir.
Zar zor çifteler köyündeki mesire alanına varıyoruz. Günlerden Pazar olmasının etkisi ile alan insan dolu. Et kokuları her yeri kaplamış, ben gazlı ve sakat, Serhat ise enerji hatlarında yaşadığı problemle bitkin bir halde alana giriyoruz. Planımız kaynağın yanında fotoğraf çektirmek ama oraya doğru bakmaya dahi halimiz yok. Serhat tuvalet buluyor. Ben tuvalete tuvalet bana bakıyor. Anlayacağınız üzere tuvalet konusunda aşırı kıl bir adamım. Genelde hijyen konusunu takmam. Hele ki turda dünyanın en pis adamıyımdır. Ama nedense çocukluğumdan beri bu konu habis gibi bünyeme yapışmış. Gerçi ilerleyen günlerde bu konuyu hızla aşacağım. Velhasıl yine girmiyor ve içimden “oğlum 40 km kaldı, sabret! “ diyorum. Serhat wc ve namaz işini bitirince heybeden malzemeleri çıkarıp “usta şunu ye, usta bunu ye, hadi ye” diyor. Yahu yiyecek her yok. Bünye kendini aşmış durumda. Orada biraz zeytin ezmesi yiyip, üstüne jel çakıyorum.
Biraz dinlenmeden sonra yola çıkalım diyoruz. Çıkışta Serhat ısrarla şekerli bir şeyler (Yanılmıyorsam gazoz ya da limonata) arıyor. Çıkıştaki kamyoncuların olduğu yere baktığımızda bir şey olmadığından yola çıkıyoruz. Yola çıktığımız gibi solda araçlar yolun kenarına park etmiş otlak gibi geniş bir alanda yüzlerce insan toprakta bir şeyler arıyorlardı. Ve bu kadar insan ne arar diye bize biraz yol muhabbeti çıkacaktı ki yolun sağındaki insanların elinde çıkardıklarını gördüm. Bu ot eşimin köyünde bol bol bulunan, yumurtalısı yapıldığında lezzetli bulduğum çiriş otuydu.
Hafif rampa eşliğinde burayı da geçerken bir baktım Serhat kayıp. Bekliyor ve ne olduğunu soruyorum. Enerji hatları düzelmemiş. Hatta trafosuna kedi kaçmış. O nedenle birbirimize yapışıyor ve yolun nasıl geçtiğini anlamaması için eften püften konularda mevzu derinleştirerek motivasyon sağlamaya çalışıyorum. Biraz gittikten sonra yolun solunda bir benzin istasyonunda mola veriyoruz. Ben yine tuvaleti kol açan ediyor ve “Hadi oğlum 25 km kaldı” diyerek totomu motive etmeye çalışıyorum. Serhat o sırada gazoz meyve suyu filan almış. Onları tüketiyoruz. Bu arada yolda inanılmaz yiyoruz demem gerekli. Normal bir insanın yediğinden 3 kat fazla tükettiğimizi söylesem yalan olmaz. Bu nedenle akşam büyük bir patlama bekliyorum.
Kaldı 25 km. Ben de jelin etkisi ve son tükettiklerimizin sayesinde tempomuz biraz artıyor. Bu arada hava ufaktan kararmaya da başladı.  Biraz daha pedallara yükleniyor ve hava tamamen karardığı sırada uzakta ufukta Emirdağ’ ı görüyoruz. Ama hesabıma göre daha 12-13 km yol var. İç Anadolu düzlükleri böyle bir şey işte. Başına gelebilecek felaketten bile 1 saat önce haberin olabiliyor. Sıkıcı yani. Biz pedala basıyoruz, Emirdağ aynı uzaklıkta hatta bazen ufak yükseltilerin arasında kayıp bile oluyor. Hava tamamen kararmış ve gereksiz bir trafik yoğunluğu başlamış durumda. Bir de kötüsü araçların çoğu traktör. Üzerlerinde ekipmanlar da var. Bu yorgunluğun üzerine ekstra dikkat sarf etmemiz gerekiyor.
İnişler çıkışlar derken en sonunda Emirdağ’ın girişine varıyoruz. Birkaç yerde sorarak Emirdağ Öğretmen Evine ulaşıyoruz. Öğretmen evinin girişi kafe ya da kahve tarzı bir şey. Girişte çay dağıtan arkadaşı buluyoruz. Başı yoğun olduğundan “biraz bekler misiniz?” diye soruyor. Durumumuzu anlattığımızda hemen kayıtlarımızı alıyor ve anahtarımızı veriyor. Ben heybeyi çözüp  Serhat’ ın peşinden  yukarı çıkmaya çalışıyorum ama sol bacak iptal. Basamakları çok zor çıkıyorum. Kendimi tuvalete atacağım ama Serhat benim işimin bütün gece süreceğini düşünerek benden önce dalıyor. Onun kaldığı kısa süre bana bir ömür gibi geliyor. Ardından ben bir dalıyorum, pir dalıyorum. Karnımım çapı yaklaşık 1 metre küçülüyor. Dünyalar benim ama sıkıntı çıkış yok!
Neden mi sorusuna şöyle cevap vereyim; Turdan önce Trans Continental Race’ e katılan Recep Yeşil’ le yaptığım yazışmalarda bundan bahsetmişti. Kullandığı ifade “vücudun öyle bir makinaya dönüşecek ki, ne yersen ye hepsini öğütecek”. Gerçekten de öyle olmuştu. Hatta bu sıkıntının aynısını Recep Yeşil’de turunda yaşamış, ve helak olmuştu. Geçenin devamında ben tuvaleti saat başı aynı şekilde ziyarete devam ettim. Bu konuyu burada virgülleyim.
Duşumuzu alıp Serhat’la bir şeyler yemek için dışarı çıkıyor ve meydanda açık köfteci bulup ikirciklemeden dalıyoruz. Köfteler kızarmış ekmeğin üzerinde geliyor. Yanına piyaz ve ayranı da patlatıp midemizi şenlendiriyoruz. Köfteci gençten ya da bizden genç birisi. Nerden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi yani tipik sohbetleri açıyor. Turcuların alışık olduğu tipik şaşırmalar hayretler ve cevaplar yaşanıyor. O arada bir müşteri geliyor ve biz onların sohbetine kulak misafiri oluyoruz. Onlarında rutin sohbeti arpa ve saman fiyatlarının ne kadar olacağı. Bana da bu sohbet garip geliyor. Komik bir hesap ödeyip oradan çıkıyor, ufak tefek alışverişimizi yapıyoruz.
Dönüşe geçtiğimizde havanın soğukluğundan mı? yoksa bizim pillerin bitişinden mi bilmiyorum aşırı bir titreme geliyor. Hızlı davranmaya çalışıyoruz ama benim bacak buna müsaade etmiyor. Resmen yerde sürüyorum. Bisikletin üzerinde bu kadar rahatsız etmiyor. Dişlerim inanılmaz bir şekilde birbirine vurarak topu topu 150 metre yolu sanki 1 saatte gidiyoruz. Odaya kadar 3 kat zar zor çıkıp yatağa kendimi bırakıyorum. Günün muhasebesini yapacak hal ya da derman yok. Kalın yorgan dahi bedenimi ısıtmıyor. Ve o halde tuvalet ziyaretleri arasında garip bir uykuya dalıyorum.
2.Gün teknik verileri :
Yol                                         : 223 km.
Süre                                      : 12 saat 35 dakika
Yolda geçen süre             : 15 saat 48 dakika 

Tırmanma                           : 2776 metre











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder