Sabah 4’ te yataktan kalkıyorum. Kafam dönüyor ve yatak beni
çağırıyor. Bir an 1.gün yazısı okuyorsunuz zannetmiş olabilirsiniz. 2.gün dejavu yaşıyorum. Tahmin edebileceğiniz
gibi 2 gün üst üste kısa süreli uyumak beni tepe taklak etti. Hazırlanmamız
için bana göre çok kısa, Serhat’ a çok uzun 1 saatimiz var. Neden bana çok kısa
derseniz, 2 çorabımı giymem arasında 5 dakika vakit harcayan, yani aşırı ağır
hazırlanan bir insanım. Zaten akşam yatmadan önce heybeyi öyle bir dağıttım ki
toplaması bile zor. Deli gibi ortalıktan malzemelerimi topluyorum. Kamera bir
yanda şarjlar bir yanda. Çarşı Pazar fena karışmış halde.
Karnım şiş olduğundan banyo-tuvalet faciasına yöneliyorum ve
rezaleti görünce aynı anda geri dönüyorum. Dayan diyorum kendime, yolda ya da diğer
otelde hallederim diyor ve toplanmaya devam ediyorum.
Aşağıya inip hızla çantaları bisikletimize yükleyip saat 5’
te yola çıkıyoruz. Programın gerisinde 35 km. gerisinde kaldığımızdan daha çok
efor sarf etmemiz gerekli. 2.Gün planımız Çay ilçesine varıp orada kalmaktı.
Bilecik – Çay arası 242 km üstüne 35 km de Bileciğe varamadığımız kısım var,
toplam 277 km Yemede yanında yat misali. Üstüne üstlük 100 metrelerden 1000
metre irtifalarına çıkacağız. Anlayacağınız uçuyoruz. Bilecik çıkışı rampalar
bizi bekliyor.
Rotacıbaşı (yeni uydurdum) olarak Serhat’ a Osmaneli’ nden 2
çıkış olduğunu söylüyorum. 2.alternatif olan ilçe içinden giden yolu seçiyor ve
berbat bir yoldan 8 km kadar gidip anayola bağlanıyoruz. Yolda en çok dikkatimi çeken yol üzerinde
sağlı sollu mermer fabrikaları. Çok miktarda mermer fabrikası bulunuyor. Biraz
ileride de lastik fabrikası görüyoruz. Yol üzerinde serpiştirilmiş irili ufaklı
bir çok işletme mevcut.
20. km lerde ilk tünelimiz karşılıyor bizi Hemen reflektörlü
yeleğimi giyip, arka flaşörü açıyorum. Haritadan şu an baktığıma göre bu tünel
840 metre uzunluğundaki “Ertuğrul Gazi” tüneliymiş. Sabah çok erken saatte
olmamız nedeni ile tünelde araç yok. Tünelin ortalarına gelirken bir araç giriş
yapıyor. Homurtuları sanki bir araç konvoyu bizi ezmeye geliyor gibi efekt
yapıyor. O ihtişamlı ses birazdan yanımızdan küçük bir otomobil olarak geçip
gidiyor.
1.Tünelin bitişinden hemen sonra 2.tünel olan Ertuğrul gazi
nin oğlu Osman Gazi tüneli başlıyor. Osmanlının kurucusu olması vesilesi ile o
tünel daha uzun. 2474 metre. Tünele tam giriş yapmışken şerefsizliğine
kornasına basan bir kamyonet sürücüsü sayesinde sanki tüm dağ tepemize geliyor
zannetmemden dolayı bir anda ödüm bokuma karışıyor ve peşinde bildiğim bütün
homofobik küfürleri sallıyorum. O tabir
doğruysa hala kulaklarının çınlaması lazım.
Hava bu taraflarda soğuk. Muz ve çerez molaları verdiğimizde
hemen üşüme geliyor. Bu arada rampalar ufak ufak başlıyor. Ama yolların güzel
olması ve rampaların tatlı sertliği bizi yormuyor. 38. Km de kahvaltı molası
için bir yer buluyoruz. Biz tesise giriş yaptığımız sırada 1 otobüs dolusu
ortaokul öğrencisinin otobüsten indiğini görüyoruz. Serhat bisikletin lastiğine
hava basmaya gittiği sırada ben tesise yaklaşıyorum. Bir köpeğin bana doğru
geldiğini görünce çekiyorum köpek kovucunun tetiğinee basıyorum, köpek bir anda
yere çöküyor. Bunu gören öğretmeler hemen etrafıma toplandı. “Bu cihaz nedir?
Kaça? İşe yarıyor mu? Bana satsana” gibi konularla diyaloğumuz başlıyor. Grup,
Eskişehir’ den yola çıkmış ve öğrenciler ile birlikte hafta sonu turu yapıyor.
Öğrenciler cıvıl cıvıllar. Bizde aralardan geçerek çorba içmek için yer bulup,
çorbamızı içiyoruz. Kalkıp yola koyulurken öğretmenlerin birisi buradan birkaç
yüz metre sonra bizi biraz sert rampanın olduğu hakkında uyarıyor. Kendisine
teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz. Dediği gibi bir rampa %8-10 gibi bir
eğimle biz karşılıyor. Yaklaşık 7 km süren rampa daha sonra eğim derecesini
biraz azaltarak 35-40 km kadar daha devam ediyor. Rampalar Serhat’ tan sorulduğu için bir
çırpıda ya da benden daha hızlı çıkıyor.
Bu arada benim motorda yani bağırsaklarda sıkıntı büyümeye
başladı. Mecazi olarak anlatırsak, motorda gaz fena birikti ama gaz çıkaramıyorum.
Çünkü çıkartsam biliyorum ki yağda kaçıracağım. Ama sabırla hedef noktaya da
ulaşma gayretindeyim. Aynı anda sol bacak kiriş kasımdaki çekme de ufak ufak
acıya dönüşmeye başlıyor. Doğal olarak canımın sıkıntısı ve endişeler de
artmaya devam ediyor.
Çorba içtiğimiz noktadan sonra yolumuzun 90. Km sine kadar
hemen hemen hiç durmadan pedal basıyoruz. Yolda baharın yeşillendirdiği
tarlalar ve kuş seslerinin yanında yolda selam veren kamyoncuların kornaları
eşliğinde yola devam ediyoruz. 90. Km de bir çimento fabrikasının dışında yıkık
bir barakanın dibinde mola vererek Nevres hanımın cezeryelerinin tadına
buradaki molamız 15 dakika sürüyor. 1-2 km sonra su aldıktan sonra az mesafe kalan Eskişehir’ e öğlen yemeği molası
vermek için pedallıyoruz.
Eskişehir’ e öğlen gibi girdiğimizden hemen girişte
yanılmıyorsam Özdilek alışveriş merkezinin dibine tabiri caizse yığılıyoruz.
Alışveriş merkezinin girişinde güzel bir koruluk mevcut. Gölgesi de güzel
serinlik veriyor. Alışveriş merkezinden hemen hamburger menülerini kapıyor ve
hızla öğütüyoruz. Burada 1,5 saatlik
mola güzel geliyor. Bu arada Emirdağ’ da
konaklamaya karar veriyoruz. Çünkü Çay’ a varma ihtimalimiz yok. Yani planlanan
rotadan 60-70 km kadar geride kalmış olacağız. Emirdağ öğretmen evini arıyor ve
akşam 8.30 kadar orada olacağımızı söylüyoruz. Bu işi de sağlama almak iyi
oldu.
Ardından yine pedal. Yalnız yol tabelaları bizimle bazen
güzel oyunlar oynuyor. Hareket ettikten 1-2 km sonra bir alt geçitten geçerken
“Kartal geçidi” tabelası görüyorum. Sanki bir anda başlangıç noktasına varmış
gibi dönmüşüm hissi oluşuyor. Biraz önce ya da sonra Yeşilyurt tabelası
görüyoruz. Zaten Bilecik’e varana kadar o kadar İstanbul tabelası gördük ki
sanki “lan oğlum bak geri dönün, ne işiniz var ölüp gideceksiniz, ölmeseniz de
pestiliniz çıkacak, akıllı olun” mesajları veriyordu. Ama biz inatla her
tabelaya nanik yapıp yolumuza devam etmiştik. Şimdi ise İstanbul ilçeleri ve
semtlerini çağrıştıran tabelalarla uğraşıyorduk. “Lâ havle” çekip yola devam
ettik.
Eskişehir’ i görmeden çevreyolundan şehri terk ediyoruz. 15-20 km kadar sonra bir rampa karşılıyor
bizi. Evelallah rampanın hakkından gelirken yolun diğer tarafından iki
bisikletli geçiyor. Selam veriyorum ama arkadaşlar yokuş aşağı kaptırmış
gittikleri için bizi fark etmiyorlar.
Rampayı bitirdikten sonra (artık bu yazıda pek edep kalmadı kusura
bakmayın. Ayrıca bunu her insan yapar) yol kenarında çiş molası veriyorum.
Anadolu topraklarına gereksiz katkılar yaparken bir yandan da telefonla konuşu…
ulan o ne! Bacağımda bir acı! Sol bacağıma bir bakıyorum. Koca koca karıncalar
doluşmuş, yirim seni deyip ıstırıyorlar. Hızla işimi bitirip deliler gibi
bacağımı temizlemeye çalışıyorum. Bir tanesine yakından baktığımda amcam ciddi
ciddi beni yemeye çalışıyor. Anlaşılan katkımı beğenmediler. Haklılar çünkü
onların topraklarını işgale kalkışmıştım. Yola koyuluyoruz ama sol bacak fena
kaşınıyor. Arkadaş ne olursa da sol bacağa oluyor.
Hedeflediğimiz mola noktası Çifteler köyü yakınındaki mesire
alanı. Buradan Sakarya nehri temiz ve saf bir şekilde akmaya başlayıp, denize
dökülmeden biz insanlar olarak hakkından geliyoruz. Yolun son 5-6 km si benim
için çekilmez hale geliyor. Gaz birikimim bir evin 1 günlük ısınmasını
karşılayabilir boyutta. Bildiğin piknik tüpü yutmuş haldeyim. Çiftelere
girerken 13-14 yaşlarında köylü gençleri bizi uzaktan görüp o meşhur “hello”
kelimesini söyleyip el sallıyor. Hatta el sallamayı bırak dansöz gibi kıvırtmaya
başlıyor. Bende uzaktan gayri ihtiyari
“oğlum el salladın anladık ta niye kıvırtıyorsun?” diye bağırıyorum. O anda
genç kaskatı oluyor ve arkadaşları bir anda ona dönüyor. Bu diyaloğun şokunu o
an mı atlattı, yoksa hala köyde dalga konusu mu bilmiyorum. Oralardan geçen
birileri yıllar sonra efsane olarak duyarsa devam ediyor demektir.
Zar zor çifteler köyündeki mesire alanına varıyoruz.
Günlerden Pazar olmasının etkisi ile alan insan dolu. Et kokuları her yeri
kaplamış, ben gazlı ve sakat, Serhat ise enerji hatlarında yaşadığı problemle
bitkin bir halde alana giriyoruz. Planımız kaynağın yanında fotoğraf çektirmek
ama oraya doğru bakmaya dahi halimiz yok. Serhat tuvalet buluyor. Ben tuvalete
tuvalet bana bakıyor. Anlayacağınız üzere tuvalet konusunda aşırı kıl bir
adamım. Genelde hijyen konusunu takmam. Hele ki turda dünyanın en pis adamıyımdır.
Ama nedense çocukluğumdan beri bu konu habis gibi bünyeme yapışmış. Gerçi
ilerleyen günlerde bu konuyu hızla aşacağım. Velhasıl yine girmiyor ve içimden
“oğlum 40 km kaldı, sabret! “ diyorum. Serhat wc ve namaz işini bitirince
heybeden malzemeleri çıkarıp “usta şunu ye, usta bunu ye, hadi ye” diyor. Yahu
yiyecek her yok. Bünye kendini aşmış durumda. Orada biraz zeytin ezmesi yiyip,
üstüne jel çakıyorum.
Biraz dinlenmeden sonra yola çıkalım diyoruz. Çıkışta Serhat
ısrarla şekerli bir şeyler (Yanılmıyorsam gazoz ya da limonata) arıyor.
Çıkıştaki kamyoncuların olduğu yere baktığımızda bir şey olmadığından yola
çıkıyoruz. Yola çıktığımız gibi solda araçlar yolun kenarına park etmiş otlak
gibi geniş bir alanda yüzlerce insan toprakta bir şeyler arıyorlardı. Ve bu
kadar insan ne arar diye bize biraz yol muhabbeti çıkacaktı ki yolun sağındaki
insanların elinde çıkardıklarını gördüm. Bu ot eşimin köyünde bol bol bulunan,
yumurtalısı yapıldığında lezzetli bulduğum çiriş otuydu.
Hafif rampa eşliğinde burayı da geçerken bir baktım Serhat
kayıp. Bekliyor ve ne olduğunu soruyorum. Enerji hatları düzelmemiş. Hatta
trafosuna kedi kaçmış. O nedenle birbirimize yapışıyor ve yolun nasıl geçtiğini
anlamaması için eften püften konularda mevzu derinleştirerek motivasyon
sağlamaya çalışıyorum. Biraz gittikten sonra yolun solunda bir benzin
istasyonunda mola veriyoruz. Ben yine tuvaleti kol açan ediyor ve “Hadi oğlum
25 km kaldı” diyerek totomu motive etmeye çalışıyorum. Serhat o sırada gazoz meyve
suyu filan almış. Onları tüketiyoruz. Bu arada yolda inanılmaz yiyoruz demem
gerekli. Normal bir insanın yediğinden 3 kat fazla tükettiğimizi söylesem yalan
olmaz. Bu nedenle akşam büyük bir patlama bekliyorum.
Kaldı 25 km. Ben de jelin etkisi ve son tükettiklerimizin
sayesinde tempomuz biraz artıyor. Bu arada hava ufaktan kararmaya da
başladı. Biraz daha pedallara yükleniyor
ve hava tamamen karardığı sırada uzakta ufukta Emirdağ’ ı görüyoruz. Ama
hesabıma göre daha 12-13 km yol var. İç Anadolu düzlükleri böyle bir şey işte.
Başına gelebilecek felaketten bile 1 saat önce haberin olabiliyor. Sıkıcı yani.
Biz pedala basıyoruz, Emirdağ aynı uzaklıkta hatta bazen ufak yükseltilerin
arasında kayıp bile oluyor. Hava tamamen kararmış ve gereksiz bir trafik yoğunluğu
başlamış durumda. Bir de kötüsü araçların çoğu traktör. Üzerlerinde ekipmanlar
da var. Bu yorgunluğun üzerine ekstra dikkat sarf etmemiz gerekiyor.
İnişler çıkışlar derken en sonunda Emirdağ’ın girişine
varıyoruz. Birkaç yerde sorarak Emirdağ Öğretmen Evine ulaşıyoruz. Öğretmen
evinin girişi kafe ya da kahve tarzı bir şey. Girişte çay dağıtan arkadaşı
buluyoruz. Başı yoğun olduğundan “biraz bekler misiniz?” diye soruyor.
Durumumuzu anlattığımızda hemen kayıtlarımızı alıyor ve anahtarımızı veriyor. Ben
heybeyi çözüp Serhat’ ın peşinden yukarı çıkmaya çalışıyorum ama sol bacak
iptal. Basamakları çok zor çıkıyorum. Kendimi tuvalete atacağım ama Serhat
benim işimin bütün gece süreceğini düşünerek benden önce dalıyor. Onun kaldığı
kısa süre bana bir ömür gibi geliyor. Ardından ben bir dalıyorum, pir
dalıyorum. Karnımım çapı yaklaşık 1 metre küçülüyor. Dünyalar benim ama sıkıntı
çıkış yok!
Neden mi sorusuna şöyle cevap vereyim; Turdan önce Trans
Continental Race’ e katılan Recep Yeşil’ le yaptığım yazışmalarda bundan
bahsetmişti. Kullandığı ifade “vücudun öyle bir makinaya dönüşecek ki, ne
yersen ye hepsini öğütecek”. Gerçekten de öyle olmuştu. Hatta bu sıkıntının
aynısını Recep Yeşil’de turunda yaşamış, ve helak olmuştu. Geçenin devamında
ben tuvaleti saat başı aynı şekilde ziyarete devam ettim. Bu konuyu burada
virgülleyim.
Duşumuzu alıp Serhat’la bir şeyler yemek için dışarı çıkıyor
ve meydanda açık köfteci bulup ikirciklemeden dalıyoruz. Köfteler kızarmış
ekmeğin üzerinde geliyor. Yanına piyaz ve ayranı da patlatıp midemizi
şenlendiriyoruz. Köfteci gençten ya da bizden genç birisi. Nerden geldiğimizi
ve nereye gittiğimizi yani tipik sohbetleri açıyor. Turcuların alışık olduğu
tipik şaşırmalar hayretler ve cevaplar yaşanıyor. O arada bir müşteri geliyor ve
biz onların sohbetine kulak misafiri oluyoruz. Onlarında rutin sohbeti arpa ve
saman fiyatlarının ne kadar olacağı. Bana da bu sohbet garip geliyor. Komik bir
hesap ödeyip oradan çıkıyor, ufak tefek alışverişimizi yapıyoruz.
Dönüşe geçtiğimizde havanın soğukluğundan mı? yoksa bizim
pillerin bitişinden mi bilmiyorum aşırı bir titreme geliyor. Hızlı davranmaya
çalışıyoruz ama benim bacak buna müsaade etmiyor. Resmen yerde sürüyorum.
Bisikletin üzerinde bu kadar rahatsız etmiyor. Dişlerim inanılmaz bir şekilde
birbirine vurarak topu topu 150 metre yolu sanki 1 saatte gidiyoruz. Odaya
kadar 3 kat zar zor çıkıp yatağa kendimi bırakıyorum. Günün muhasebesini
yapacak hal ya da derman yok. Kalın yorgan dahi bedenimi ısıtmıyor. Ve o halde
tuvalet ziyaretleri arasında garip bir uykuya dalıyorum.
2.Gün teknik verileri :
Yol :
223 km.
Süre :
12 saat 35 dakika
Yolda geçen süre :
15 saat 48 dakika
Tırmanma :
2776 metre
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder