12 Ağustos 2015 Çarşamba

Trans Anatolian Tour 7.Gün (The End)

Otobüse bisikletlerimizi yükledikten sonra hemen koltuklarımıza yerleşip uyku moduna geçiyoruz. Ama otobüsün hareketleri arada beni uyandırıyor. O kadar sert rampalar çıkıyoruz ki, bazı yerlerde abartırsak, uzaya fırlatılacak mekikteki astronotlar misali sırtımız üzerinde gidiyoruz. Bazı yerlerde ise, sanki koltuktan düşecekmişiz gibi otobüs yokuş aşağı gidiyor. Bazı yerlerde çok sert frenlemeler, savrulmalar derken, 130 kilometre yolu molayı düşünce 4 saatte gidiyor ve sabah 5.30 gibi Alanya otogarına varıyoruz.

Serhat sabah namazını kıldıktan sonra otogar’ da bir pastanede bir şeyler atıştırıp fazla oyalanmadan yola çıkıyoruz. Ama öncesinde Alanya’ da bizi bekleyen eski arkadaşım Elif’ e ona uğrayamayacağımızı anlatan bir mesaj atarak özür diliyorum. Sonra ver elini Antalya yolu.
Güzel bir asfaltta, geniş emniyet şeridinde bir önceki günün bende bıraktığı travmadan sıyrılmaya çalışarak yolumuza devam ediyoruz. Hava sabah olduğu için serin ve güzel. Bir önceki gündeki gibi bisikletli görmemiş insan suretleri yok. Hatta kimse umursamıyor bile. Bence bu daha güzel bir şey. Rahat rahat Manavgat’ a kadar gidiyor ve ara bir şeyler atıştırmak için bir pastanede oturuyoruz. Yan masada yaşça bizden genç iki kişi ile sohbete başlıyoruz. Adama geldiğimiz yolu anlattığımızda “yok, hayatta inanmam, kimse gelemez o yolu” gibi saçma bir diyaloğa giriyor. Yahu seni inandırmak zorunda değiliz. Ama adam ikide bir “yok, inanmıyorum “diyor. En son strava kaydını çıkarıyorum. Gözüne sokuyorum. Ama benim o anki ruh halim g..üne sokmaktan yana. En sonunda da o da niyetimi anlayıp konuyu yıkama yağlamaya çeviriyor. En sonunda hayırlı bir şey söyleyip Aksu’ da piyaz ve köfte yiyebileceğimiz “Aslım Özşimşekler” diye bir lokanta tarif ediyor. Mutlaka orada yememiz gerektiğini, çok leziz olduğunu söylüyor.
Teşekkür edip, olay mahallini hızla terk ediyoruz. Yol hakkında pek anlatılacak bir şey yok.  Yollar çok iyi durumda. Ve en sonunda Antalya tabelasına ulaşıyoruz. Orada fotoğraf çekerken yanımıza bir motorlu yaklaşıyor. 50 yaşlarındaki adam 1995 yılında bizim rotanın neredeyse aynısını bisikletle geçtiğini, şimdi ise motoru tercih ettiğini söylüyor. Altındaki motoru da (Güzel bir motordu) Mersin’ de sadece bu tur için almış ve Marmaris’ e kadar gidecekmiş. Orada da nasıl olsa 200-300 tl farkla satarım diyor. Maceracı bir tip. Tabela altında kendi fotoğrafını çektiriyor. Sonra da bizim fotoğrafımız çekiyor ve vedalaşıyoruz.

En nihayetinde Aksu’ ya varıyoruz. Serhat Cuma namazını kıldıktan sonra Aslım Özşimşekler lokantasını arıyoruz. Yalnız bir sıkıntı var, lokanta yolun karşısında ve Aksu’ daki kavşak çalışması nedeni ile yollar birbirine girmiş. Karşıya geçiş yeri bulamıyoruz. Ama bizim tarafımızda ise Şimşekler lokantası var. Biraz dikkatli baktığımızda ise, bir de Özşimşekler diye bir lokanta görüyoruz. Evrim teorisine göre bu lokantaların kökeninin Şimşekler lokantasına dayandığı varsayımını kurarak (Bknz.Koç ,Hakiki Koç, Öz Hakiki Koç, Vallahi billahi Öz hakiki Koç Vakası) Şimşekler lokantasına kuruluyoruz.

Lokanta gayet sistemli çalışıyor. İlk önce masamıza yeşillikler, ardından Ayran ve su, sonra Piyaz ve sonra sırasıyla Köfte, tatlı en sonunda da çay geliyor. Ama en önemlisi bunları getirenlerin hepsinin tek bir görevi var. Örneğin, sadece ayran götüren ya da sadece piyaz götüren garsonlar var. Bant usulü bir çalışma sistemi gibi. Ve en son hesabı da başka bir garson tahsil ediyor. Lezzetler gerçekten güzel. Fiyat ise Antalya’ ya yaklaştığımız bildirir gibi. Adam başı 30 Tl. ödüyoruz. Uzun bir molanın ardından çok yakın mesafede bulunan Antalya havalimanına varıyoruz. Geçen yıl Bodrum’ dan alışık olmamız nedeni ile bagajlarımızı ve bisikletimizi X-ray cihazına hazır hale getirip, x-ray cihazından hızla geçiyoruz. Hemen Onur air kontuarına gidip işlemlere hazırlık yapacağız. Onlar bizi bisikletler ile ilgili bedel ödemek için başka yere yönlendirecek falan filan derken, İlk sorun ortaya çıkıyor. Kontuardaki görevli bayan bisikletleri sökmemiz gerektiğini söylüyor. Bizde Onur air’ in bu şekilde kabul ettiğini ve geçen yılda bodrumdan bu hali ile gittiğimiz söylüyorum. Bizi bilet satış bölümüne yönlendiriyorlar. Oradaki arkadaşlar da bize aynı şeyi söylediğinde merkezden onay almalarını söylüyorum. Merkez bisikletlerin bizim dediğimiz gibi kabul edildiğini söylüyorlar. 1. Aşamayı hafif stresle atlatıyoruz.

Bisiklet bedellerini ödedikten sonra büyük paket geçişine yönlendiriliyoruz. Burada da bu sefer polis sıkıntı çıkarıyor. Tekrar ilk iki banko arasında koşturduktan sonra polis ikna oluyor. Bu arada Çelebi nin yer hizmetleri şefi olduğunu zannettiğimiz (Şimdi söylediklerimi başka insanlara söylemem. Ama şekli ve karakteri oturduğundan bu hakkediyor) Şebek kulaklı, yüzünden kompleks akan, ağzı 3 hafta önce ölmüş hayvan leşi gibi kokan, buralar benim havasındaki şerefsiz bisikleti böyle kabul edemeyiz diyor. Tekrar ilk iki banko arasındaki koşuşturmadan sonra, onu da ikna ediyor ve tam bisikletlerin yanına gittiğimizde bu şebek “bisikletlerin başına bir şey gelirse sorumluluk almam diyor” O an Serhat tam adama dalmaya yeltenecekken kaş göz işareti ile durduruyorum. Keşke durdurmasaymışım.

Uçağa binmeden önce tuvalette üstümüzü değiştirip, 2 gündür duş alamadığımızdan dolayı bol miktarda parfüm harcayıp hazırlanıyoruz. Uçağın saati yaklaştığında 2.kontrol noktasına geçip uçağı beklerken, 40 dakika rötar yediğimizi öğreniyor ve Bodrum’ da 2,5 saat rötar yediğimizden buna dua ediyoruz. Bodrum’ da bisikletler uçağa görevliler tarafından çok nazik bir şekilde paletin üzerinde ellerine alıp iterek çıkartmışlardı. Burada da aynı şekilde mi olacak diye heyecanla camdan izliyoruz. Ama bir süre sonra bavulların gözlerimiz önünde hayvani şekilde yüklendiğini gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz. Hatta bavullar yüklenmiyor, dövülüp yerlere atılıyor. Anlatılmayacak kadar rezil bir manzara var.  Kapının kapanmasına 1-2 dakika kalmasına rağmen bizim bisikletler bir türlü yüklenmiyor. Kapıdakiler bizim gelmemizi, kapının kapanacağını söylüyorlar. Tam o sırada bizim bisikletler yüklenmeye, pardon fırlatılmaya başlanıyor. Görevli bisikleti paletin üzerine yukarı kaldırıp fırlatıyor. Abartı değil, bilerek ve kasıtlı halter gibi yukarı kaldırıp paletin üzerine vuruyor. Hızla kapıya koşuyor ve durumu o öfkeyle anlatıyoruz. Kapıdaki bir bayan görevli hemen ilgilenip not alıyor ve hızlı bir şekilde telsizle konuşuyor. Ve bizi apar topar uçağa alıyorlar. Meğerse sonradan öğrendiğim, böyle ilgileniyor gibi yapıp milleti sakinleştirip postalama taktiğiymiş.

Uçağa binip hareket ediyoruz. O bir saatlik yol bize geçmiyor. Acaba bir şey oldu mu endişesi çok fazla var. Hava limanına vardığımızda ilk önce heybelerimiz, daha sonra da bisikletler geliyor. Benim bisikleti elime aldığımda hemen arka tekerin kaskatı olduğunu görüyorum. Neyden kaynaklandığını çözmeye çalışıyor ve nedenini hemen buluyoruz. Bisikleti palete vurması nedeni ile bisikletin jant sekiz olmuş ve nasıl olmuşsa her taraftan yamulmuştu. Belki de tek bir yerde yere vurulmamıştı. Neyse ki Serhat’ın bisiklette bir sıkıntı yok.

O hışımla Çelebi’ nin kayıp eşya birimine gidiyorum. Orada fiilen kıçıyla konuşan bir görevli sözde yardımcı oluyor. Bana şikayet dilekçesi yazdırıyor. Lavuk o kadar sahte bir ilgi gösteriyor ki, dalmamak için kendimi zor tutuyorum.  Siz siz olun, önceden yazdığım yazılara bakıp Onur Air’ le bisikletiniz açık olarak taşımayın. %50 ihtimalle aynı şeyle karşılaşabilirsiniz. Bisiklet sürülemez halde olduğundan dışarı çıkıyor ve taksi arıyoruz. Şansa bir tane taksi yok. Olsa da bize bagajı büyük bir şey lazım 5-6 dakika sonra SW bie taksi buluyor ve havalimanından ayrılıyorum. Bu konuyu unutmaya ve turun güzelliklerini aklıma getirmeye çalışarak evin önüne varıyorum. 

Evdekilerin o gün geleceğimden haberleri yok. Bende bir muziplik yapıyor ve evimizin yanındaki markette, marketin sahibi Hüseyin abi ile selfi çekip facebook adresime ekliyorum. Sonra da eşimi arayıp facebook’ a bakmasını istiyorum. O kadar şaşkın ki bana telefon açıp, “Hüseyin abiye ne kadar benziyor? Nerede çektin? “ diye soruyor. Aşağıda olduğumu söylediğimde hemen beni karşılıyorlar. Ve her zaman anılarımda yaşayacak olan bir turumu daha acısı ve tatlısı ile sonlandırıyorum.

Şimdi ne yapıyoruz diye düşünen olursa, önümüzdeki yılı iple çekiyoruz. Serhat’ la her gün 3-5 tane tur rotası planlıyor uzun mu olsun, kısa mı  olsun pazarlıkları yapıyoruz. Bazen uçuk rotalar çıkıyor, bazen de çok güzel rotalar. Bazen Çine gidelim G-216 kara yolunu geçelim derken, bazen de hadi bir de hadi bir Yunanistan yapalım diyoruz. Yani anlayacağınız sağlığımız yerinde olduğu sürece kabamız daha çok seleyi görecek.


Bisiklet mi? Jant düzelemeyecek durumda olduğundan yeni bir jant taktırdım. İşyerine gidişlerimde MTB yi kullanıp Fuji Touring’ i sadece cumartesi günleri yanıma alıyorum. Uzaklara gitmek için ona daha çok ihtiyacım var.










Trans Anatolian Tour 6.Gün (Aydıncık cehennemi ile tanışma ve Filmin kopuşu)

Uyanma saatimiz her geçen günün yorgunluğu üstümüze bindikçe biraz daha geçe sarkıyordu.  Öğretmenevinde kahvaltımızı yaptıktan sonra, yola koyulma vaktimiz gelmişti. Hedef, başarabilirsek Gazipaşa, başaramazsak Anamur olacaktı. Bir de 3-4 gün sonra Taşucu’ ndan geçecek olan @deathsidestory e uygun bir yerde hediye bırakmaktı.

 

Çok fazla oyalanmadan Taşucu’ na doğru yola koyuluyoruz. Yolun ne kadar berbat olduğunu @Five sayesinde gayet iyi biliyoruz. Ama hesaplarımızı iyice altüst edecek olan diğer faktör bize ana istikamete döndüğümüz anda selamını vermişti; RÜZGAR! Yaklaşık 3-4 haftadır İstanbul’ da yaşadığımız sert poyrazı mumla aratacak şekilde tam karşımızdan esiyordu.  Kıbrıs’ a giden feribotların yönlendirme tabelasını gördüğümüzde bir an aramızda “Kıbrıs’ a mı gitsek” sohbeti ciddi anlamda geçiyor. Daha sonra sponsorluktan dolayı programdan sapmamak ve uçak biletlerini yakmamak için vazgeçiyoruz. Keşke gitseymişiz. Gün sonuna kadar anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelecek çünkü. 

 

Mesajı almış bir şekilde Taşucu’ nda  @deathsidestory ‘e hediyesini almak için tekel bayii’ ne uğruyorum. 2 tane bira aldıktan sonra yola devam edip Taşucu’ nu geçmiştik. Sağımıza solumuza bakıp uygun bir yer arıyoruz. Uyuzluk olsun diye biraz rampa çıktıktan sonra, büyük bir tabelanın altına 2 bira 1 tane de Mevlana magneti olan torbayı bırakıyoruz. Buradaki mesaj, “Afiyet olsun, ama öteki tarafı da unutmayın”. Hemen @deathsidestory e konum ve bölgenin fotoğraflarını yollayıp yolumuza devam ediyoruz.

 

 

Yaklaşık 20. Kilometrede açılıp açılmadığı muamma olan tünellerden birincisine ulaşıyoruz. Ve mutlu haber hemen karşımızda! Tünel açılmış olduğu için seviniyoruz. Çünkü girişi sağlam bir tepenin altında bulunuyor. Hadi yine sevgili Allahın kuluymuşuz diyoruz. Tabii sonradan o kadar sevilmediğimiz ya da hiç sevilmediğimiz anlayacağız.

 

Taşucu’ ndan sonra sürekli  çıkış ve inişlerimiz başlamış ve tünelden sonra iyice artmıştı. Rüzgar karşıdan hızımızı eserek hızımız düşürürken, benim bileğimde hız düşürmede elinden gelen katkıyı sunuyor. Ayrıca deniz seviyesine inmemizle birlikte en azından bağırsak problemim sona eriyor. Bu nedenle gayet mutluyum. Polyannacılık ne güzel bir şey.

 

Bir süre gittikten sonra bir benzinlikte mola verdiğimizde Antalya’ ya giden bir otobüs görüyorum. Şöföre diğer tünellerin durumunu sorduğumda “Diğer tünellerin hala inşa halinde olduğunu ve yolun buradan sonra daha da kötüleştiği” müjdesini veriyor. Biz de bu müjdeyle bir seviniyoruz ki anlatamam. Neyse düşüyoruz yola. Dediğim gibi 40-50 metre lük yüksekliklerde olsa sert olmalarından dolayı hırpalıyor.

 

Bir ara bir tabela karşılaşıyoruz. Eğimi belirtecek tabela da % den sonra bir şey yazmıyor. Anlıyoruz ki “sen nasıl hissedersen o kadar yaz” diye boş bırakmışlar. Sağ olsun rampada iyi bir yüzdeyi hakkedecek kadar sert çıkıyor.  Yolda bir çok noktada yol çalışması da cabası. Sürekli toz toprak içinde gidiyoruz. Bir rampada bir kamyonet yanıma yanaşıyor. Şöför “tutun arkaya” diyor. Ben “teşekkür ederim. Düşünmen bile yeter” deyip geri çeviriyorum. İyi adammış vesselam.

 

50. Kilometrede Sağlam bir rampaya giriyoruz. 2 Kilometrede 200 metre tırmanıyoruz, ya da tırmalıyoruz. Sıcak artmış ve feleğimiz şaşırmış durumda Tırmanıştan sonra kendini köy zanneden ama 15-20 evden oluşan Yanışlı köyünde soluklanmak için duruyoruz. Serhat öğlen namazını kılarken kenarda oturan ihtiyar amca ile sohbet ediyorum. Amcanın ifadesi ile 90 yaşının üzerinde, ve hiç evlenmemiş. Var mı diyorum tarla, hayvan filan o da yok. Devletin verdiği yaşlılık maaşı ile geçiniyormuş. Askerlik harici orayı da hiç terk etmemiş. Kendi küçük dünyasında ne mutlu ne de mutsuz ömrünü tamamlama derdinde yaşıyor. Sonra kendime bakıyorum. Sürekli yaşamı bir yerinden yakalama derdindeyim. Acaba O mu daha iyi yapıyor? Ben mi? karar veremeden vedalaşıp yola düşüyorum.

 

Yanışlı’ dan sonra yokuş aşağı biraz gidip, deniz seviyesinde 1-2 kilometre ilerledikten sonra 5 kilometrede 370 metre tırmanışa geçiyoruz. Artık sıcakta iyice artmış olduğundan tırmanışımız gayet keyifli geçiyor. Bacaktaki problemler mi? onlarda gayet iyi durumda. Hızım düşüp ayağa kalkmaya her çalıştığımda sen otur diyorlar. Bende acı sözü dinleyip oturuyorum seleye. Bir ara rampanın ortasında 5-6 belediye temizlik işçisi görüyoruz. Etrafta biz ve onlardan başka kimse, hiçbir şey yok. Yerleşimde yok. Nasıl geldiniz? Nasıl döneceksiniz diye sorduğumuzda? Sabah saatlerinde su ve kumanya verip yolun ortasında bıraktıklarını, o saatten sonra yol üstündeki çöpleri temizlediklerini , akşam belli bir saatte yine yoldan araba ile topladıklarını öğreniyoruz. O sıcakta o hallerini görünce kendi halimi unutup onlara üzülüyorum. Gerçekten ilkel çalışma koşullarında, resmen köle mantığı ile asgari ücrete çalışıyorlar.

 

Rampalar ve rüzgar o kadar sert ki, birinciliği hangisine vereceğimizi şaşırıyoruz. En sonunda güzel bir inişle Aydıncık’ a öğlen 3 gibi varıyoruz. Bulduğumuz bir lokantada İstanbul porsiyonları ile adam başı 2 – 2,5 porsiyonluk kuzu saç kavurmayı haince yiyoruz. Yemek ve dinlenme faslı neredeyse 1 saat sürüyor.  Akşam Anamur’ a yetişmek için yola koyuluyoruz. Aydıncık çıkışından sonra Yeni Kaş denen bir yerden geçerken @Abdullah.R abimizin 3000 km.lik İstanbul – Anamur – İstanbul turunda girdiği soğuksu göletini görüyoruz. O kadar yorgunum ki, ne izlemeye ne de fotoğraf çekmeye takadim var.

 

Zaten orayı az bir şey geçtikten sonra benim sonumu hazırlayan son rampaya geliyoruz. Burası son geçtiğimiz rampadan daha alçak (200 metre), ama içinde 20 ye yakın çok sert iniş çıkışı olan, yolun asfalt kalitesinin kalite lafına hakaret olduğu, çok dar ve araç trafiğinin inanılmaz yoğun olduğu yere geliyoruz. Trafik yoğunluğunu size şöyle anlatayım. O bölgenin seracılıkla geçinmesi nedeni ile yanımızdan kah kavun, kah çilek kokuları ile geçen en ufağı BMC Fatih kamyon, ama genelde bildiğiniz uzun dorseli tırlar geçiyor. O kadar yoğun olmalarının sebebi ise öğlen sıcağının nispeten azalıp, akşam saatine yaklaşması nedeni ile meyveler sıcak havadan zarar görmüyorlarmış. Birde bu trafiğe yük araçlarının arkasında kalmamak için her tür aksiyona giren binek araçları koyun, işte şimdi mükemmel kombinasyona yaklaştık. Neden yaklaştık diyorum derseniz, Buna mıcırlı asfaltı ekleyin oldu mu? Hayııır. Bitti mi? Sert rüzgar. Yine bitti mi? Yanında bir de yılan gibi kıvrılan, dön baba dön bitmeyen, viraj dönüşlerinde 2 kamyon kafa kafaya geldiğinde dönülemeyen yolları koyarsanız, hah işte mükemmel kombinasyon oluyor. Tepeleri tırmanırken hafif sağ çaprazımıza baktığımızda tırmanacağımız yolu rahat görüyoruz. O kadar güzel.

 

İşte oralarda bir yerde, nerede derseniz hiç hatırlamadığım bir yerde benim film koptu. İyi kötü tırmalaya tırmalaya çıkarken, Viraja tırla girdiğim sırada yolun kenarında bir şantiyede köpeğin bana havlamaya başlamasının kesişmesi yaşanırken, tam o sırada benim bütün enerji depolarımın bitmesi de eklenince, yolun kenarında bisikletten dahi inemeden olduğum yerde kilitlenip kalıyorum. Serhat garipliği görüp hemen yanıma geliyor. Ellerim kollarım zangır zangır titrerken Serhat’ a tamamen bittiğimi benim için bugünün sonunda da turun bittiğini söylüyorum (Tabii o sırada köpeğe, dağa, taşa, bayıra, öten kuşa her şeye acayip küfür sallıyorum). Hatırladığım kadarı ile Serhat beni bisikletten indirip, benim bisikleti seyir terası gibi bir yere doğru çekiyor. Bagajdan bir enerji jeli çıkarıp su ile kullanıyorum. Biraz kendime geldikten sonra kabus gibi yola devam ediyoruz.

 

Bir süre daha gittikten sonra yolun tepenin ortasında bir kendine tezgah açmış bir muzcu ile karşılaşıyoruz. Arkadaş büyük ihtimal karşısındaki manzaranın etkisi ile sessiz, sakin, mülayim birisi. Soru sormadıkça pek cevap vermeyen ama güleç bir tip. Orada uzun bir mola verip dinleniyoruz. Muz ve çay eşliğinde dinlendikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Meğerse oradan sonra iniş başlıyormuş. Dinlenmiş bir şekilde Tekeli’ ye doğru inişi tamamlayıp ilçeye giriyoruz.

 

Biz ilçede yol alırken, İlçenin büyük ihtimal ortaokulu yeni dağılmıştı. Okuldan çıkan çocuklar bize “hello” diyor, bizde merhaba diyerek karşılık veriyorduk. Yalnız bazı çocuk lar “hello, many, dolar” filan demeye başlayınca asabım bozulmaya, “dilencimi olacaksınız lan” demeye başladım. O tepkiyi duyan bazı çocuklar afallıyor, bazıları ise gülüyordu. Ama en son bir yerde yine çocuklar “hello, many” deyip para isteyince “s.gidin lan, eşşekoğlu eşekler. Adam olun diye” bağırdım. Gelen tepki ise “ulaaan turist Türkçe öğrenmiş!” E yuh yani. Veletlere bu toprakların insanı olduğumuz idrak ettiremeyeceğiz anlaşılan. Tekrar “yürüyün lan!” diye bağırıp, fazla canımı sıkmamak için yoluma devam ediyorum.

 

Tekeli bitip Tekmen tarafına geçince, yahu böyle diyorum da bu anlattığım yerleşimler dağ ile sahil arasına sıkıştığı için İstanbul’ un bir mahallesinin yarısı kadar olamayacak kadar küçük yerler. Bunu bilmenizde fayda var. Neyse, Tekmen den itibaren ufak ufak muz bahçeleri başlıyor. Bozyazı’ ya geldiğimizde neredeyse her yer muz ağaçları ile doluyor. Bozyazı’ da öğretmenevini görünce aklıma Anamur’ daki öğretmen evini aramak geliyor. Biraz daha gittikten sonra, uygun bir yerde öğretmen evini arıyorum. Öğretmenevindeki görevli bize tadilatta olduklarını söylüyor.  Hava kararmaya yüz tutmuş durumda. Acilen bir yerler bulmamız lazım. Otogarın orada küçük bir mola veriyoruz. Anamur çıkışındaki yolu bu halimle çıkmam gerçekten zor görünüyor. Psikolojik ve bedenen hiç hoş halde değilim. Otogarda Anamur yolunun durumunu sorduğumuzda, yolun bir çok noktasında çalışmalar olduğunu, bu nedenle yolun çok daraldığını ve bisikletle gidersek kaza yaşam ihtimalimiz olduğunu söylüyorlar. Bizde bu durumu ve benim durumumu  göz önüne alarak, Alanya’ ya buradan otobüsle gitmeye ve oradan da Antalya’ ya kadar bisikletle gidip, uçakla İstanbul’ a dönme kararı alıyoruz.

Hemen otobüs firmalarını dolaşıyoruz ve gece 1’ de bir otobüste yer ayarlıyoruz. Ardından uçak biletlerimizi Dalaman’ dan İstanbul’ a çevirip, son noktayı koyuyoruz.  Açıkçası Serhat devam etmeye kalksa bu etapların tamamını bitirebilecek durumda. Ama sağlık sıkıntılarım beni bitirmiş durumda. O da anca beraber kanca beraber dediği için benimle turu bitiriyor. Anlayacağınız iyi dost.

 

Bu arada bir demet tiyatro daki vampir irfan tadında bir zabıta bize yaklaşıp, arkadaşının evini bir gecelik bize kiralamaya çalışıyor. Bu tipler çok canımı sıkar. Kardeşim sen devlet memurusun, git kendi işini yap. Aklın ticaretteyse, o zamanda memurluğu bırak. Neyse bisikletlerimizi kenara bırakıp, yaklaşık 300 metre ötedeki bir lokantaya gidiyoruz. Gönlümüz bol bir şekilde siparişleri veriyoruz. Meğerse onların da gönlü epey bolmuş. Masa 5 kişilik donanıyor. Mezeler, salatalar bizim siparişler derken, masada bir rakı eksik. Her zaman ki gibi usta katiller olarak masada yemek yendiğine dair hiçbir delil bırakmıyoruz. Ortada sadece temiz tabaklar var. Serhat hesabı ödemeye gidiyor ve sesini duyuyorum “dalgamı geçiyorsunuz?” Kasadaki bayanda “Buralarda böyle” diyor. Demek ki hesap sağlam geldi diye düşünüyorum. Serhat’ a sorduğumda 30 lira demişler. Benim de asabım bozuluyor ve kavga etmek için masaya doğru yelteniyorum. Şaka şaka. Harbiden Gerek iç Anadolu, gerekse bu bölgeler gerçekten çok ucuz. Bir önceki yerde yediğimiz yemeğe de 30 lira vermiştik.

 

Yemekten sonra tekrar otogar’ a geri dönüyoruz. Serhat’ ın son 50 kilometredir inen lastiğinin patladığını anlıyoruz. Serhat lastiği değiştirdikten sonra yaklaşık 4 saat çeşitli kişilerle ve kendi aramızda geyiklemelerle otobüsümüzü bekliyoruz. Saat geldiğinde yolun karşısına geçip gelen otobüsün bagajına bisikletlerimizi yerleştirdikten sonra yolculuğumuz başlıyor.

 


Devamı son yazımızda.

















TRANS ANATOLİAN TOUR 4.GÜN

Sabah 05.30 da uyanıp, 06.30 da yola koyuluyoruz. Hava bugün kapalı, soğuk  ve hafiften yağmur çiseliyor. Daha 10 kilometre olmadan yağmurun şiddetleneceğini düşünüp, heybelerimize teknolojinin son harikası lila renkli çöp torbalarımızı bağlamak için bir benzinliğe giriyoruz. Benzinlik çalışanı ile selamlaşıp torbalarımızı bağlarken, çalışan arkadaş “isterseniz çay için” diyor. Tabii işin içinde çay ve teklif edilenlerin birisi de Serhat olunca, bize de sadece tamam demek düşüyor. Çantaları hazırlayıp içeri giriyoruz. Bu arada benzinlikteki çalışanla 1-2 kelime haybeden sohbetten sonra bir anda anlayamadığımız şekilde adamın tavrı soğuklaşmaya bizimle sohbet etmemeye başlıyor. Çay ne zaman hazır olacağını sorduğumuzda “daha demlemedim” deyince Serhat’ la telepatik olarak görüşüp “arkadaş arıza galiba. Biz hemen kalkalım” diyerek. Olay mahallinden hızla uzaklaşıyoruz. Nedenini anlayamadığımız gizemli bir olay olarak anılarımızda kalıyor.

Yolda rüzgar bize eşlik etmeye devam ediyor. Aslında yola yağmur nedeni ile rota değiştirmeden ilk planladığımız gibi Dalaman’ dan başlasaydık, bu rüzgarlar arkadan gelip bizim için büyük avantaj olacaktı. Ama maalesef şu an duvar görevi görüyor. Konya’ ya geldik her yer düz savımız ise şu ana kadar tutmadı. O hafif küçük rampalar rüzgarlarla birleşince totomuzu tırmalar hala geliyor. Allahtan yağmur olayı olmuyor da bir de o sıkıntı ile cebelleşmiyoruz. Ama hava “yağarımda, yağmamda. Henüz karar vermedim” durumunda tehditlerini savurmaya devam ediyor.

Yaklaşık 4 saatin sonunda tırmanmamız bitiyor ve rüzgarın etkisi ile pek hızlanmadan güzel bir yokuş iniyoruz. Yokuşun bitişinde “Konya denizi” ile karşılaşmam ve bende bıraktığı hayranlık gerçekten güzel. Toroslara kadar alabildiğine dümdüz, başına gelebilecek doğal bir tehlikeden en az yarım saat önce haberin olacak kadar düz ve sıkıcı yollar desem de, biraz düz yol görmenin sevinci de var hani. Hemen Konya tabelasının altında pozumuzu verip, Konya’nın içine dalıyoruz. İstikamet Mevlana türbesi, ardından etli ekmek.

Konya’nın bir çok şeyi meşhur. Bunlardan birisi de bisiklet yolları. Ve gittiğimiz yol üzeri neredeyse tamamen bisiklet yoluydu. Ancaaak; Biz böyyük şeherden gelmiş danalar, nedense bisiklet yoluna girmeden hurra anayoldan devam ediyoruz. Bir yandan girelim diye düşünüyorum ama, diğer yandan vakit kaybetmememiz gerektiğini düşünüyorum.  Bu arada Konya gerçekten büyük bir şehir. 15 Kilometre gitmemize rağmen şehir merkezinde bulunan Mevlana türbesine ancak varıyoruz. Birde yoldaki tabelaların düzgün yapılmamasından kaynaklı küçük bir kaybolma yaşıyoruz.

Türbeye az kalmışken yol kenarında bir lokantayı hemen işaretliyorum.  Öğlen yemeğini burada yiyeceğiz. Dolana dolana türbenin giriş kapısını buluyoruz. Kapıda aklımda kaldığı kadarı ile 25 tl gibi uçuk bir rakam görünce, “Mevlana rüyama girsin ben buraya girmeyeyim” havası bir anda oluşuyor. Neyse ki güvenlikten o bilet bedelinin yabancılar için olduğunu, yerliler, yani biz siyular için 2-3 tl gibi bir fiyat olduğunu öğreniyoruz. O sevinçle Mevlana’nın huzuruna çıkıyoruz. İçerisi tıklım tıklım. Özellikle Kimilerine göre Çinli, Bana göre Japon aslında Koreli olabilme ihtimali yüksek turistler çok sayıda bulunuyor. İçeride bir tur atıp, bol bol fotoğraf çektikten sonra girişte bıraktığımız bisikletlerin acaba uçup gider mi stresinden kurtulmak için hızla bisikletlerin yanına dönüyoruz. Bisikletlerden uzak kalmak beni ciddi rahatsız ediyor.

Türbeden çıkıp karşıda hediyelik eşya satan dükkanlara dalıyor, bol bol Mevlana magneti ve  Mevlana şekeri alıp İstanbul’ a göndermek için kargo şubesine gidiyoruz. Kargoya o sırada gelen 1 kamyon dolusu paket yüzünden 40 dakika kadar vakit kaybedip, yolda işaretlediğim Şifa Lokantasında soluğu alıyoruz. Lezzetli etli ekmeklerimizi ve yanında daha birçok şey yedikten sonra hemen yola koyuluyoruz. Konya’ nın acayip karışık trafiğinden kurtulup, yolumuza ediyoruz. Bu arada bir gece önce aldığımız karar ile rotayı değiştirip yönümüzü Ereğli yerine, Seydişehir’ e doğru çeviriyoruz. Ancak o yolun çok sıkıntılı öğrenip yolumuz bu sefer Karaman’ a doğru çevireceğiz.  Konya denizinde rüzgar nedeniyle 25 kilometre hızı çok zor görerek bacak ağrısı şiddetlenmiş bir şekilde yola devam ediyoruz. Bacağımdaki ağrı o kadar arttı ki artık sadece inip binerken acı çekmiyorum, artık her pedala basışta canım fena yanıyor. İçeri Çumra da limonata almak için durduğumuz marketin önünde yere oturuyor ve kalkamıyorum. Bir süre dinlendikten sonra ayağa zar zor kalkıp bisiklete biniyor ve yolumuza devam ediyorum.

Yaklaşık 10 kilometre sonra bir anda Serhat’ ın uyarısıyla benim hizamda Serhat’ a doğru koşan fazla gelişmiş iki kangalın koştuğunu gördüm. O panikle kendimi geniş yolun diğer yakasına hızla atıyor ve köpeklerden kurtuluyorum. O ıssızlığın ortasında Serhat’ ın dikkati olmasa o köpeklere karşı hiçbir şansımız olmazdı. Daha olayın şokunu atlatamadan 1-2 kilometre sonra, 2 köpek daha yolda bizi bekliyordu. Bu sefer hazırlıklı bir şekilde Dayzeri çekip direk kafalarına sıkıyorum. O aslanlar gibi haykıran köpekler bir anda viyaklayıp kaçıyorlar. Bende rahatlıyorum.

Serhat’ ın ikindi namazı için Avdul köyünde mola veriyoruz. Ben Serhat’ ı beklerken köyün 4 tane utangaç ve çok şirin çocuğu ile sohbet kurmaya çalışıyorum. Çocuklar Ilgındaki veletlerin aksine sorularıma kısa cevaplar veriyor, en cesur olanlarının kulağına fısıldayıp benimle öyle diyalog kuruyorlar. Nedense çok kanım kaynıyor onlara. Serhat’ ta camiden çıkıp sohbete katılınca hoş bir ortam oluşuyor. Ardın fotoğraf çekilip ayrılacakken, birisi cesur arkadaşlarının kulağına fısıldıyor ve “sizinle  yarışabilir miyiz?” sorusu geliyor. Memnuniyetle kabul edip, köyün çıkışına kadar olmak şartıyla yarışmayı kabul ediyor ve doğal olarak yeniliyoruz.

Önümüzde 50 kilometre mesafe ve karşımızda ciddiye alınması gereken rüzgarla yolumuza devam ediyoruz.  Yol bu şekilde 3 saat sürüyor ve hava karardıktan yaklaşık 3 saat sonra Valisi ile meşhur Karaman’ ın girişine varıyoruz.  Hemen öğretmenevini arayıp yerini sormayı planlarken, öğretmen evinde boş oda kalmadığını öğreniyoruz. O sırada yanımıza bir araç yaklaşıp içinden inen meraklı bir kişi sayesinde 2-3 kilometre içeride bir otelin olduğunu öğreniyoruz. Birkaç kişiye daha sorduktan sonra otelin önüne geldiğimizde bu otelin boyumuzu aşacak gibi durduğu kanaatine varıyoruz. Dışarıda Baş ve son pazarlıkçı Serhat’ la en fazla kaç liraya kadar pazarlık yapalım diye planlama yaptığımızda kişi başı maksimum 60 liraya kadar kabul etme kararı alıyoruz. Fiyat sorduğumuzda 50 lira demeleriyle küçük bir şok yaşayıp, Serhat’ ın alışkanlığı ile yine pazarlık yapmaya kalkması ve benim ona telepatik olarak “Hacı ayakta zor duruyorum. Zorlama” baskılarımla hemen odaya çıkıyoruz. Lobiden telefonunu aldığımız pizzacıdan verdiğimiz sipariş İstanbul’ a göre yarı zamanda gelmesiyle, pizzaya hiç acımadan saldırıyor ve 3-4 dakika içinde ortada kutudan başka delil bırakmıyoruz. Ağrılarımdan dolayı yatmadan önce 2 tane 600 lük brufen çakıyorum.

Artık Konya ovasını bitirmenin verdiği rahatlık ile yarın Akdeniz kıyılarına ulaşma hayalinin verdiği derin heyecanla uykuya çekiliyoruz. 















Trans Anatolian Tour 5.Gün Göksu Cenneti ile Tanışma

Bu sefer sabah geç kalkıp otelin açık büfe kahvaltısından faydalanıyor, güzelce karnımızı doyuruyoruz.  Karaman’ dan çıkarken anayolu kullanmak yerine ara yollardan gitmeye kalkınca, sayemde bir güzel kayboluyoruz. Orası mı burası mı derken güç bela yolu bulup Akdeniz kıyılarındaki yolculuğumuza yelken açıyoruz. Artık soğuk havadan kurtulacağız. Ama meteoroloji Silifke tarafına yağmur veriyor.
Karaman çıkışından yaklaşık 5 kilometre sonra, Sertavul geçidine doğru yükselmemiz başlıyor. Rampa ne çok sert, ne de çok rahat 15 kilometre ortalama ile yolumuza devam ediyoruz. Ardından biraz sert 6-7 derecelik bir eğim ondan sonrada 10 derecelik bir rampaya girip, ardından muta kadar kesintisiz iniş olacağını tahmin ediyoruz. Birinci rampayı bitirip, ikinci rampaya başlayacakken yol kenarındaki çeşmeyle ve oradaki iki ihtiyarla karşılaşıyoruz.
İhtiyarlar emekli olmuş ehli keyf tipler. Birisi Alamancı, diğeri ise bacanağıymış. Bize yolun 2-3 kilometre daha tırmandığını ardından sadece iniş olduğunu söyleyerek bilgilerimizi pekiştiriyorlar. Hatta bize yemek yemek için Mut’ un hemen çıkışında kasap bilmem ne hoca’ da mutlaka et yememiz gerektiğini söylüyorlar. Bizde kafalara not alıp fotoğraflarımızı çekip “son rampamıza” başlıyoruz. Bacağımdaki ağrının da sayesinde ahlaya vahlaya tırmanışı tamamlıyorum. Zirve noktası 1.650 metre ve ben ilk defa bisikletle bu kadar yükseğe çıktım.
Fazla vakit kaybetmeden geçitten ayrılıyoruz. O beklediğimiz 40 kilometrelik inişe başlıyoruz ki, anam! Ulan rampa var. Daha 500 metre inmeden sert rampa hızımızı sıfırlıyor ve hazırlıksız yakalanmamdan dolayı vitesi bile değiştiremiyorum. İnsanın istediği umduğu gibi olmayınca moral tepe taklak oluyor. Hele ki benim gibi hayatındaki tüm riskleri öngörmeye çalışan tipler tepe taklak oluyor. Bisikletle uzun turlara başladığımdan beri şunu öğrendim ki, yollar bütün planları bozuyor. Rampasıydı, yol çalışmasıydı, rüzgarıydı, yağmuruydu, ağrısı, cırcırıydı derken hep rotanın gerisinde kalıyorsun. Onun için hiç kasmadan programsız yola çıkmak gerektiği inancına ulaştım.
Yaklaşık 10 kilometre kadar in-çıklarla devam ediyoruz. Bu arada asfaltta geçitten sonra değişerek, sıcak asfalt tarzı pütürlü ve bozuk bir asfalt.  Ama inişteki manzara mükemmel. Yolun kenarında dağlarda belki binlerce yıl önce insanların oymuş olduğu yerleşim yerleri gözümüze çarpıyor. Sağınızda yüzlerce metrelik uçurumlar, ihtiyar Sedir ağaçları görülmeye değerler. Daha sonra yaklaşık 20 kilometre neredeyse hiç durmadan ve pedal çevirmeden 10 derecelik eğimlerden aşağıya doğru iniyoruz. Asfaltın kötü olmasından ve virajlardan dolayı kontrollü iniş yapıyorum.
Mut’ a girerken hava ısınmaya başlıyor ve o sıcakta sağlam bir rampa yiyoruz. Saat öğlen 1’ i bulduğundan ve ihtiyarların rampalardaki yanlış tahmininden dolayı Mut’ ta yemek yeme kararı alıyoruz. Yol kenarında sıralı bir sürü esnaf lokantası mevcut. Hepsi neredeyse boşken, bir tanesi tıka basa dolu. Serhat’ a burada yemeliyiz diyerek hemen kapının önünde bir masaya kuruluyoruz. Lavaboda elimi yıkamaya giderken  tezgahta taze fasulye dikkatimi çekiyor. O kadar lezzetli ve albenili ki hemen bir tabak sipariş veriyorum.  Ve hayatımda  yediğim en leziz fasulyelerden birisini Serhat’la boğuyoruz. Yemek faslından sonra gördüğümüz eczaneden benim bacak için merhem ve marketten birer şapka alıyoruz. Şapka ve gözlüklerle CIA ajanlarına benziyoruz.
Biraz ileride tarihi bir cami de Serhat abdest aldıktan sonra yanıma geldiğinde benim de çoraplarımı çıkartıp bacağıma soğuk su tutmamı tavsiye ediyor. O sırada çoraplarımı çıkardığımda sağ ayak bileğimin şiştiğini fark ediyorum. Arkadaş insan bir kendini kontrol eder. Ne zaman şişti? Hiç fikrim yok. Hazır merhemi almışız masaj yapa yapa ayağıma merhemi sürüyorum. 
Bu sırada Mut’ ta miting hazırlıkları var. CHP’ den birileri gelip konuşma yapacak. Bu nedenle ortalık kalabalıklaşmadan çıkmanın planını yapıyoruz.  Daha 500 metre gitmeden sağ bilek aşil tendonuma sanki birisi satırla vuruyor. İnanılmaz bir acı ile çığlığı basıp. Bisikletin üzerinden kendimi atıyorum. Acı o kadar yüksek ki, sanki kafa tasım yerinden fırlayacak. Yolun kenarındaki bankın üstüne kendimi zor atıyorum. Serhat “Tamam tur bitti. Hemen otobüse binip dönelim” diyor. Daha yolu yarılamamışız burada turu kesmek istemiyorum. Ama ayak hiçte öyle demiyor. Bankın üzerinde 10 - 15 dakika geçirdikten sonra,  ayağımı kontrol için kalkıp yürüyorum. Yürürken hafif bir acı var. Ancak parmağımın ucuna kalktığım zaman inanılmaz acı yaşıyorum. Bu da oturarak yavaş tempo sürebileceğimi, ama ayakta süremeyeceğimi işaret ediyor. Serhat’ a “Silifke’ ye kadar gidelim, orada karar veririz” diyorum ve gerçekten hafif bir tempo ile yola devam ediyoruz.
Ayağımdaki acı nedeni ile yola konsantre olmakta zorlanıyorum. Bu arada miting nedeni ile Mut’tan Silifke’ ye doğru olan yolda trafik epey bir arttı. Yol derseniz iyice berbatlaşmaya başladı. Üstüne birde hava kapatmaya ve uzaklarda yağış olduğunu da gördük, hazır ortalıkta yarı çöl durumundayken bizim gözler etrafta kutup ayısını aramaya başladı. İyi kötü bozuk bağırsak, ağrılı sol bacakla gidiyorduk. Öyle bir yerlerden geçiyoruz ki, dönmek istesen de dönemeyeceğin yerler.
Biraz sonra Göksu nehri ile buluyoruz. Tam nehirle buluştuk derken, bir de CHP nin konvoyuyla da buluşuyoruz. Meğerse mitinge Kemal Kılıçdaroğlu geliyormuş. Bir an göz göze geliyor ve selamlaşıyoruz. Otobüste sunuculuk (Çığırtkan ya da onlara ne deniyorsa) yapan kişi o kadar hızlı ki hemen bize “Hayırlı yolculuklar” diliyor. Ve hemen peşinden hayırlı yağmur çiselemeye başlıyor. Hızlıca yağmurluklar giyilip yola devam ediyoruz. Hızım o kadar düştü ki akşam Silifke’ ye yetişmekte sıkıntı yaşayabiliriz.
Bu arada yağmur fos çıktığı için yağmurluklarda çıkarılıyor. Yolda benim ağrı arttıkça bol bol mola vermeye başlıyoruz. Sürekli ayağımı dinlendirmeye çalışıyorum. Ama bir yönü ile de kötü oluyor. Bisikletten inmek ve binmem gerçek bir zulüm. Kas gevşetici ya da ağrı kesici de almak istemiyorum. Çünkü yolun gittiğimiz tarafı uçuruma çok yakın. Ufak bir hatayı dahi kaldırmayacak yollardan gidiyoruz. Bu arada manzara ufak ufak güzelleşmeye ve dikkatimi cezbetmeye  başlıyor. Göksu vadisine girdik ve mükemmel bir manzara var. Aşağıda Göksu nehri kanyonun içinden yılan gibi kıvrılarak mükemmel bir manzara veriyor. Her yer ağaçlık, karşımızdaki yamaç aşağıya kadar bir duvar gibi düz ve neredeyse pürüzsüz. Manzaraya odaklanmam ağrımı 2. Plana atmamı sağlıyor. Burada olmaktan gerçekten de mutluyum. Biraz daha gittikten sonra Değirmendere köyünün içinden geçerken bir mola veriyoruz. Bu arada Karaman tarafında bize ihtiyarların “Mut’un hemen çıkışında” diye tarif ettikleri  lokantanın  en az 60 km uzaklıktaki Değirmendere köyünde olduğunu orada mola verdiğimizde öğreniyoruz. Eğer onların lafını dikkate alsaydık kesin aç kalmıştık. Çünkü Mut’ la burası arasında neredeyse hiçbir şey yok.  Molamızda biraz Çilek alıp dinlenirken hoş sohbet bir köylü yanımıza geliyor ve sohbete dalıyoruz. Özellikle Mayıs ayında İstanbul’ a gelen çilek ve can eriğinin bu bölgede yetiştiğini söylüyor. Gerçekten de yolda erik ve çilek kamyonları ve evlerin önündeki erik paketleri dikkatimiz çekmişti. Yolun durumunu vereceği cevaba inanmayacağımızı bildiğimiz halde soruyor ve engebeli yörelerin meşhur “bundan sonrası dümdüz” cevabını alıyoruz. Konya ahalisinin gözünü seveyim. Adamlara rampa sorduğunda 30 metrelik yükselti bile dağ gibi geldiğinden, o kadar detaylı anlatıyorlardı ki, hepsi tutuyordu. Ama Geçen yılki Çanakkale turunda olduğu gibi engebeli yörelerde aldığımız cevaplarda “bundan sonrası düz” lafının ne kadar can acıtacağını biliyoruz.
Ahali ile vedalaşıp bir iki fotoğraf çektikten sonra yolumuza koyuluyoruz. Yolda ki ufak tefek iniş çıkışlardan sonra Göksu nehrinin üzerindeki bir köprüden karşıya geçiyoruz.  Kanyonun içinde olmanın sonucu olarak hava erkenden kararmaya başlıyor. Yolumuzun son 15 kilometresi ve yol buradan sonra genişleyip asfalt kalitesi artıyor. Ama aynı anda %8 lik bir rampa bizi karşılıyor. Vitesi en hafife ayarlayıp ayağa kalkmadan ağrılı sızılı yoluma devam ediyorum.  Yol tamamen kararmış durumdayken son 3-4 kilometremizi lambayı bile monte etmeden tamamlıyoruz. Silifke’ de öğretmenevine gittiğimizde ortalıkta kimseyi bulamıyoruz. Öğretmenevinin içinde, öğretmenevini arayarak bir kişiye ulaşıyor, lobide olduğumuzu söylüyoruz. Görevli geldikten sonra hemen odamıza çıkıp duş alıyoruz. Duşta parmaklarımın üzerine kalktığımda o acının yine aynı sertlikte devam ettiğini görüyorum.
Bu sefer yemeği dışarıda yemek istediğimizden sokağa çıkıyor ve bir han girişinde kebapçı buluyoruz. Önümüze geleni bitirmemiz saniyeler aldığından garson çocuk bizi garip garip süzüyor. Oğlum açız aç! Midem her daim boş. Utanmasam 1-2 porsiyon daha bir şeyler yiyeceğim.

Yemek faslından sonra fazla oyalanmadan odamıza dönüyorum. Yarınki durumuma göre turun devam edip etmeyeceğine karar verip uykuya çekiliyoruz.