28 Kasım 2015 Cumartesi

40.Yaş günümde hediye niyetine İstanbul – Bandırma turu. (2.Gün)

Bu gün hayatımdaki dönüm günlerimdendi. 10 yıldır sefasını sürdüğüm otuzlu yaşlarım bitmiş, artık resmen orta yaş sayılacak 40 yaşıma adım atmıştım. Artık tansiyon, şekerden bahsetme ihtimalimin daha da yükseldiği ve çocuklarımla kuşak çatışmasının kaçınılmaz olacağı yaştaydım. Artık bende tüm sohbetlerime “bizim zamanımızda saygı vardı, saygı” gibi geyik diyaloglarla başlayacaktım. Ama tek yapmayacağım şey emeklilik planı olacaktı. Hayatımın son verimli yaşayabileceğim 10 yıllık periyoduna girmiştim. Hayatımın ilk 35 yılı hep birilerine, bir şeylere karşı duyulan sorumluluk duyguları ile geçmişti. Hayatımın bu 10 yıllık periyodunda ise bunu iyice hafifletme niyetim vardı. Eh bir dönem nasıl başlarsa öyle kapanır mantığı ile motive olmakta bence güzeldi.

Sabah 7 gibi kalkıp eşyalarımı topluyor ve sokağa çıkıyorum. Bisikletin üstüne binmemle o sokağın itlerinden birisi ayağımın dibinde peydahlanıyor. “Lan sabah sabah nereden çıktın?” dememle kovalamam bir oluyor. O da mahallenin itlerine hemen haber salmasıyla sağdan soldan havlamalar gelmeye başlıyor. Neyse ki ortaya çıkmadan delikanlılık yapmalarından dolayı sıkıntı çıkmadan oradan uzaklaşıyorum.

Navigasyona bakarak Gelibolu’ ya gidecek olan yolu bulmaya çalışıyorum. Çok sıkıntı olmadan Şarköy çıkışındaki yolu buluyor ve Karma’ nın 40’ lı yaşlarımın zor geçeceğini kulağıma fısıldadığını duyar gibiyim. Nedeni ise karşımda insafsızca başlayan sağlam bir rampa. Üstüne üstlük yolun bozuk olması Ekmek kadayıfının üzerindeki kaymak gibi duruyor. İçimden söylene söylene yavaş yavaş tırmanırken 5-6 dakika sonra köpek havlamaları duymaya başlıyorum.  Ama 1-2 köpek değil sanki kutuptayız da, arabaya koşulmuş 20-30 köpek bir den havlıyor gibi. Ya da 1940-50 li yıllarında kaçak kovalayan köpeklerin sesi gibi geliyor. Bende orta şiddette tırsma durumları başlıyor. Acaba nasıl bir şey beni bekliyor endişesi aldı da gidiyor. Değişik fanteziler kuruyorum. Acaba köpekler  yolda mı? Yoldaysa başında birileri var mı? Varsa bunlar deri pantolon giymiş üstü çıplak adamlar mı? Yok, pardon son fantezi benim değil, o başkasına ait.

Biraz daha gittikten sonra bir çiftlik gibi bir yer görüyorum. Biraz daha yaklaşınca bunun köpek barınağı olduğunu görünce endişem biraz daha artıyor. Çünkü benim gördüğüm barınaklarda genelde köpekler barınaktan çok, barınağın etrafında oluyor. Yedikule köpek barınağında olduğu gibi. Neyse ki bu barınakta böyle bir şey olmadığını ve çok temiz, hatta köpeklerin rahatça yaşayabileceği kadar geniş olduğunu görüyorum. Köpeklerde çok korkarım ama onların başına bir şey geldiği zamanda üzülüyorum. Bu nedenle içim rahat yanlarında geçip gidiyorum.

En fazla 1-2 km. gittikten sonra, yolun 200 metre kadar ötesinde 4-5 koyun ve bir çoban görüyorum. Refleks olarak köpek aramaya başladığımda onu da biraz uzakta buluyorum. Köpek kangal cinsine benzeyen, kulakları kesilmiş ve boynuna çivili tasma takılmış heybetli türden bir şey. Hemen bisikletten inip yürümeye başlıyor ve çobanın beni görmesi için elimi sallamaya başlıyorum. Ne tesadüftür ki köpekle çoban beni aynı anda görüyor. Köpek bir hamle ile bana doğru hızla gelmeye başlıyor. Çoban seslenerek durduruyor ama hayvan çok heyecanlı ve agresif. Çoban “bir şey olmaz” diye seslenmesine rağmen hiç te bir şey olmaz gibi durmuyor. Kısaca köpeğin çobanı pek tınladığı yok gibi. Bana fazla yaklaştığı bir sırada bisikleti aramıza koyuyor ve suluğu elime alıyorum. Suluk olayını çok sevdim. Köpekler bu suluk olayından harbi tırsıyor. Çobana 3-5 metre kalmışken şerefsiz arkama dolanıp son bir hamle yapıyor ki, son anda farkına varıp bisikleti ona çevirip bağırmamla geri kaçıyor. İşte o anda ipleri elimde hissetmenin rahatlığı ile 20 metre daha gidip bisikletime biniyorum.
Gözlerimi daha dikkatli açıp köpek olayına dikkat etmem gerekli. Ve yine çok fazla gidemeden bu sefer 20-25 koyunu ve keçisi olan bir sürü ile karşılaşıyorum. Sürüye 60-70 metre kala bisikletten inmeye ve koyunlarla köpekleri ayırt etmeye çalışıyorum. Yuh 4 köpek var! O arada çobana el işareti yaparak kendimi gösteriyorum. Uzaktan çobana selam verip sesimi duyuruyorum ki, köpekler bir anda fark edip agresifleşmesinler. Benim sesimden sonra köpekler kafasını kaldırıyor ve hafif yeltenmeleriyle çobanın durdurması bir oluyor. Allahtan bu köpekler daha eğitimli sadece beni uzaktan takip ediyorlar ama yaklaşmıyorlar. Bu arada köpek nüfusunun 5 olduğunu fark ediyorum. 

Bundan sonra çobanla unutamadığım diyaloğum başlıyor.

Ben        : Yahu beş tane köpek fazla değil mi?

Çoban   : Ne beşi burada dokuz köpek var

Ben        : ??!!?? Diğer dördü nerede?

Çoban   : Dolanıyorlardır ortalıklarda.

Ben        : (Yusuf Yusuf)

Çoban   : İyi ki uzaktan seslendin. Alırlardı altlarına. Ama merak etme parça almıyorlar.

Ben        : (Yusuf Yusuf)

Çoban   : Geçenler buradan yine bisikletli geçti. Onun bisiklet kamyon gibiydi. Ben görmeden almışlar altlarına. Çok korkmuştu herif J

Ben        : (Yusuuuuuuuuf Yusuf)

Ama ne Yusuf hiç sormayın. Kolay gelsin deyip temkinli bir şekilde etrafımı kolaçan ederek yoluma devam ediyorum. Arkadaş nasıl bir gün bu ya? Daha 10 km. gitmemişken, o kadar çok adrenalin yaşadım ki, günün devamından korkar hale geldim demeye kalmamışken bir de önüme sis çıkmaz mı? Yol öyle ki geri dönsen olay, ileri gitsen muamma. Demek ki macera dedikleri böyle bir şeymiş diyorum. Sisin içine dalıyorum ve 2-3 km kadar sisin içinde yol alıyorum.  Sisin bitmesi ile birlikte rampada bitmiş oluyor.

Bu noktadan sonra yaklaşık 10 km iniş olması sebebi ile köpeklere karşı kendimi daha güvenli hissediyorum. En azından kaçma şansım var. Yol kenarında  4-5 koyun sürüsü ile karşılaşıyorum. Ama bu sefer süratli olmam ve bisikletimin pedal çevirmezken cırrr sesinin olmaması köpekleri uyandırmıyor. Ama ortalıkta fena köpek kaynıyor. Rampa aşağı gidiş bitip düze çıktığım gibi son koyun sürüsü ile karşılaşıyorum. Bu sefer koyunlar uzak ama köpekler yol üstünde. Ama bu sefer köpekler çam yarması değil daha küçük, sokak köpeği diye tabir edeceğimiz türden. Baktım bana karşı efeleniyorlar, bisikletten inip suluğumu alıp dikiliyorum karşılarına. Sen ne yüce sulukmuşsun be! Gören kaçıyor. Birkaç km daha gidip ana yola kavuşuyorum.   Bundan sonra bir sıkıntı olmayacağını bilip dingin bisiklet turu moduna geçeceğim için sevinçliyim. Bu saate kadar parça koparmadığım için sevinçliyim.

Anayola çıktıktan bir süre sonra 1 yaşlı erkek ve 2 genç kızdan oluşan bir grubu karşı yolda görüyorum. Selamlaşıyoruz. Her yolcu gibi aceleleri var. Bolayır civarında kahvaltı yapmak için bir benzinlikte mola verdikten sonra hiç boşluk bırakmadan yola devam ediyorum. Öğlen 12 olmadan Gelibolu’ ya varıyor ve otel bakmaya başlıyorum. Daha önceden kaldığım Oya otel telefonda 90 lira fiyat söylüyor. Öğretmen evini aradığımda yerlerinin olmadığını öğreniyorum. Yol üstünde başka bir otel görüyorum. O da aynı fiyatı çekince, en azından sahile yakın diye Oya otele yönleniyorum. Ama o arada yol kenarında. Eski püskü bir otel daha görüyorum. Adı Özen otel.  Şansımı denemek için gittiğimde fiyatın 40 lira olduğunu söylüyor. Ama odaya 1 saat sonra girebileceğimi belirtiyor. Bende tamam burada kalırım diyerek aşağıya merkeze iniyorum. Biraz dolaşıp fotoğraf çektikten sonra otele geri dönüyorum. Otelci bisikletçilerin oteli çok kullandığını grupların geldiğini söylüyor. Lobide bir yere bisikletimi bırakıp odaya çıkıyorum. Oda kötü ile facia arasında bir şey. En azından dolap ve televizyon var. Yatakta temiz sayılır. Çokta umursamıyor, duşumu alıp üstümü değiştiriyorum.
Biraz uyuduktan sonra 3 gibi dışarı çıkıyorum. Bir şeyler atıştırıp O sevdiğim merkezinde avare avare dolaşıyorum. Gelibolu’ na askerlik dönemimde hastaneye gitmek için 2 sefer gelmiştim. O zamanlar daha küçük ve sevimli bir yerdi. Artık biraz daha gelişmesine rağmen benim için huzur dolu ve sevdiğim bir yerdi. Meydana yakın olan Roma dondurmacısından dondurmamı alıp turist gibi ortalıkta dolaşıyorum. Alaeddin konservelerine uğrayıp değişmez rutinim olan “Kızlı sardalyadan” alıyorum. Hem de kutulusunu bulmam ayrı bir sevinç kaynağı. Altı tane alıp çıkıyorum. Bu arada hala yemedim. Büyük ihtimal ya rakı masasında ya da mayıstaki turda tüketirim.

Biraz daha sağda solda dolandıktan sonra geçen yıllarda gittiğim İlhan restoran gidip oturuyorum.  Burasıda çok sevdiğim yerlerden. Diyorum ya, çok seviyorum Gelibolu’ yu. 40. Yaşımda boşuna burayı seçmedim. İlhan restoran Gelibolu feribot iskelesinin yanında, balıkçı barınağının girişinde deniz tarafına bakan güzel bir yer. Karnım tok olduğu için fazla bir şey söylemiyorum. Ama söylediklerim de harika. Giderseniz kaya koruğunu ve kalamarını tavsiye ederim. Yanına da en az bir yirmilik söylemeyi unutmayın.


2-3 saat demlendikten sonra gün batmadan otele doğru yollanıyorum. Yarın Bandırmaya gideceğimden dolayı ilk vapurla karşıya geçme niyetindeyim. Yolda çocuklarıma bir iki hediye ve yarın için su vs. alıp otele dönüyorum. Otele varmadan otelin arkasına bakan sokağı gördüğümde gecenin nasıl facia olacağını anlıyorum. Meğerse otelin arkası Romanların mahallesiymiş ve gece için sokağın ortasında düğün hazırlıkları yapıyorlar. Uyku ihtiyacım var ama uyuyamama ihtimalim kuvvetli. Odaya çıkınca hızla uyku hazırlığı yapıyorum. Eğer düğün başlamadan yatarsam uyanmayacağımı biliyorum. Öyle konsantreyim ki çok çabuk uykuya dalıyorum. Ama uykunun ortasında telefonum çalmaz mı? Bir anda fırlayıp telefonu açtığımda eşim öylesine aradığını söylüyor. Doğal olarak hışmıma uğruyor ve telefonu kapatıyorum. Ve maalesef ki düğün başlamış durumda. Televizyonu açıp saçma sapan filmlere bakarak düğünün bitmesini bekliyorum. Neyse ki düğün gece 12 de bitiyor ve huzura eriyorum. 























27 Kasım 2015 Cuma

40.Yaş günümde hediye niyetine İstanbul – Bandırma turu. 1.Gün.

Dediğim gibi, bu tur bana “kendimden” (eşimin izniyle) 40.yaşımda doğum günü hediyesi olarak verildi.  Nasıl olur? Bal gibi olur. Yaptım oldu. Yok olmadı. Hatundan izin koparmak için gereken bahane buydu.

Kısaca kuduzlanmıştım. İstanbul-Antalya turu az gelmiş ve hazır güzel havalar varken kısa da olsa bir tur yapmalıydım. 2-3 hafta önce olmayan bir 40 yaş tribine girdim ve eşime bu konuyu işlemeye başladım. Sonuçta 3 gün 2 gece süreyle kısıtlı olmak üzere izni kopardım. (Aramızda kalsın)
Turu 2 farklı rota olarak planladım. 1.planım biraz uçuktu, ama yapılmayacak kadar uçuk değildi. İlk gün İstanbul’ dan Gelibolu’ ya varmak, ikinci gün Altınoluk ve üçüncü gün İzmir’ e varmaktı. Ama biraz düşününce, insancıl bir tur yapma niyetim ağır bastı. Bu nedenle birinci gün uçmakdere üzerinden Şarköy, ikinci gün Gelibolu ve üçüncü günü Bandırma’ ya geçerek feribotla eve dönüş yolculuğu planında karar kıldım.

Sabah 4.45’ de evden ayrılıp Edirnekapı metrobüs durağına doğru yola çıkıyorum. Vardığımda şansıma hemen metrobüs geliyor. Her zamanki gibi rahat yer bulup bisikleti yaslıyor ve hareket ediyoruz. 3-4 durak sonra etrafa korkunç bir koku yayılmaya başlıyor. Üzerimdeki her şey yeni yıkanmış olmasına rağmen ilk önce kendimi kokluyorum. Sonra sağa sola bakarken 2 metre ötemdeki koltukta evsiz bir kadının tüm kokuları ile birlikte oturduğunu görüyorum. Ve maalesef bu koku ile Beylikdüzü’ ne kadar yolculuk ediyorum.

Otobüsten inip üst geçidi geçiyor ve ilk sürprizle karşılaşıyorum. Önceden olmamasına rağmen etraf köpek kaynıyor. Tam yola çıkacakken 4 tanesi üzerine gelmeye başlıyor. Het höt filan diyorum ama, amcamlar pek oralı değiller. Köpek kovucuyu da Tura çıkan Volkan’ a verdiğimden dolayı eskisi gibi köpeklere artizlikte yapamıyorum. Bende suluğu çekip bağırıp çağırmaya başlıyorum. Elimdeki siyah suluğu standart saldırı silahlarına benzetemeyince tırsıyorlar. Bende o fırsatta yola çıkıp turumun startını vermiş oluyorum.

Uzun turlara yalnız başına çıkmak beni çok sıkar. İlk turumun son 1,5 gününü yalnız geçirmiştim. Gerçi turda 3 gün sürmüştü.  Çok sıkılmış Keşan’ dan Enez’ e giderek kapağı hatunun amcasının yazlığına atmıştım. Bu sefer 3 gün boyunca yalnız olmak nasıl bir etki bırakır endişesi hayli yüksekti. Çünkü zorluk gördüğümde devam etmekten vazgeçme eğilimim  yüksek oluyor. Kendimce bu turu da bitirmem gerekiyordu.  Neden derseniz, Bisiklet şu ana kadar bisikletle İstanbul’ dan  Silifke’ ye kadar her yeri gezdim sayılır. Burada iki nokta açık kaldı. Birincisi İstanbul – Keşan, diğeri ise Bodrum – Antalya. Bu turla birinci aralık kapanacak ve 2016 yılında da diğer aralığı kapatacaktım. Ayrıca ilk tur rotam olması nedeni ile de ayrı bir önemi vardı benim için.

Nerede kalmıştık? Yola çıktım ve Silivri’ ye kadar sıkıntısız ve yolun müsaade ettiği kadar rahat gelmiştim. Sabah çorbası içmek için küçük bir mola verdikten sonra diğer mola yerim Yenice’ ye kadar devam ettim. Oradaki benzin istasyonunda karşılaştığım bir kişiye tamir bakım işleri için biraz fikir verdim. Tabi ki önce o sordu. Deli gibi yolda üstüne atlayıp ne biliyorsam anlatmaya başlamadım.

Buradan ayrıldıktan sonra Tekirdağ merkezde 3 genç bisikletli ile karşılaştım. Tahmin ettiğim gibi DOÇEK’ in düzenlediği Dağ bisikleti festivaline katılmaya gidiyorlardı. Ayak üstü biraz sohbetten sonra vedalaşıp Kumbağ’ a doğru yoluma devam ediyorum. Kumbağ çıkışına doğru bir market bulup bol miktarda su, ekmek, limonata  ve hangi akla hizmetse ton balığı alıyorum. Amacım, zaman kaybetmemek için  rampayı biraz çıktıktan sonra mola verip yemeğimi yemek. Planladığım gibi rampayı 1,5 km kadar çıktıktan sonra bir kenarda oturup ekmeği yarıyorum. İçine de ton balığını bir güzel döşüyorum. Hay döşemez olaydım. Daha sonra acısı çıkıyor zaten. Yağlı yağlı ton balığını yedikten sonra bol bol su tüketmeye, akabinde de fazlaca yorulmaya başlıyorum. Bir bakmışım her çeşme başında mola verir hale gelmişim. Acelemde olmadığı için yarmış bir şekilde ehli keyf takılıyorum.

Uçmakdere’ yi bilen bilir, asfaltı mükemmel, rampa eğimleri çok dengesizdir. İnişler çıkışlar sağa-sola dönüşler ormanda mı gidiyorum, açıkta mı gidiyorum, ben kimim gibi acayip soruların sorulabileceği, kısa mı uzun mu hala karar veremediğim garip bir sahil yoludur. Hem kırıcı, hem de keyifli bir yoldur.

Velhasıl kelam, 3-5 dakika da bir mola vere vere yoluma devam ediyorken yine bir çeşmenin yanında mola verdim. Mola verdiğim çeşmede bir araçta bekliyordu. Araçtan inen genç, “abi ne kadar çabuk geldin?” dedi.  Dolayısı ile şaşırdım. Meğerse benim yanımdan geçmişler ve onlara göre ben çabuk gelmişim. Anlayamadım açıkçası. Bu arada arabadan genç bir kadın indi ve sohbete katıldı. Oğlunun da bisiklet sürmeyi sevdiğini arkadaşları ile bisiklet sürdüğünü söyledi. Oğlunun yaşını sorduğumda 25 olduğunu söyleyince kadına öyle bir bakış attım ki, öyle bir sahne sadece filmlerde olur.
Yahu arkadaş kadına bakıyorum en fazla 32-33 gösteriyor. Düşünüyorum, arkadaş kafama güneş mi geçti yoksa ben doğru mu görüyorum? Bildiğiniz (Bana göre) genç, güzel, alımlı bir kadın karşımda. Üzerinde kot ve gömlek var. Yaşını soruyorum ve 48 yaşında olduğunu söylüyor. Dalga geçiyorsunuz filan dedim. İnanamıyorum, gerçekten yaşını kesinlikle göstermiyor. Israrla bu konu üzerinde diyalog gelişiyor. Kadının bir anda özgüveni artıyor. Belki de böyle iltifatlara alışık değil bilemiyorum. O sırada arabayı süren elli küsürlerinde görünen birisi arabaya yaklaşıyor ve selamlaşıyoruz. Adamın yüzü benim iltifatlarımdan sonra epey bir asılmış olduğunu gördüğümden dayak yememek için onlara iyi yolculuklar diliyor ve çeşmede mataralarımı doldurmaya koyuluyorum.

Sonunda uçmakdereyi bitirip Şarköye kadar devam edecek berbat yola kavuşuyorum. Bu yol da Uçmakdere’ nin aksine asfaltı 20 yıl önce görmüş berbat bir yol. Ama en azında düz bir yol. O kadar yorgunluktan sonra burası dinlenme ve yavaş yavaş sahil gezisi modunda gitme yolu benim için.
Kalan 30 km. yolu 1,5 saatte alıp, Şarköy’ e varıyorum.  Öncelikli yapmam gereken, kendime konaklayacak bir yer bulmak. Şarköy’ de sahile çıktığınızda yol üzerinde bir sürü pansiyon var. Ben de nedense ismi hoşuma gittiği için “Elif pansiyon” u seçiyorum. Fiyatta 50 lira diye duyunca anlaşıyoruz. Ama tek şartım var. Bisikleti odaya sokacağım diyor. İlk önce kadın reddetse de bisikletimin benim için değerli olduğunda ısrarımı görüp kabul ediyor. Hemen bisikleti içeri koyuyor, duşumu alıyorum. Odaya şöyle bir baktığımda 20 liradan fazla etmeyecek bir yer olduğunu görüyorum. Neyse artık girdik içeri arıza yapmayalım.

Karnımı doyurmak ve biraz etrafı görmek için kendimi dışarı atıyorum. Geçen yıl buraya Serhat’ la gelmiştik.  O zamanda ağustosun en sıcak ayında Uçmakdere’ yi tırmanmış, yolda Trabzon’dan bisikleti ile gelen bir turcuyu da yanımıza katmıştık. Ama o zaman İstanbul’ a dönmemiz gerektiği için Şarköy’ ü dolaşamamıştık.

Şarköy denizi pis, ama sosyal olarak çok gelişmiş bir ilçe. Etraf cıvıl cıvıl, bisiklete binenler, piyasa yapanlar, her çeşit insan var. Sahil yolunun trafiğe kapalı olması ve yol üstünün kafelerle dolu olması güzel bir hava veriyor. İskelesine de bayıldım. Orası da çok kalabalık. Denize değişik figürlerde atlayan gençler ve onların etrafında da genişçe bir izleyici kitlesi bulunuyor.

Arka sokaklara gidip bir köfteci buluyorum ve aç karnımı bir güzel doyurduktan sonra, hava olsun diye konumumu facebookta paylaşıyorum. Hemen ardından arkadaşım Deniz bana mesaj atarak oğlunu bana yönlendirdiğini söylüyor. Deniz İstanbul’ da çalışırken oğlu Yağız halası ile birlikte yazı Şarköy’ de geçiriyor. Biraz beklemeden sonra Yağız yanıma geliyor ve annesinin bana bir şişe şarap getirmesini istediğini söylüyor. Anlayacağınız yanıma ekstra bir yük daha çıkıyor. Normalde o yükü o akşam boğarım ama, bir gün sonra doğum günümde Gelibolu’ da rakı içmek istediğimden 2 gün  üst üste alkol almak istemiyorum.


Şişemi alıp, Yağız’ la vedalaştıktan sonra odama çekiliyorum. Duvarlarda 3-4 tane sivri sinek bulup onları öldürdükten sonra uyumaya çekiliyorum. Ama arkadaş sivri sinek hiç kesilmiyor.  Geçe uyanıyor ve etrafıma baktığımda sivri sinek popülasyonunun epey arttığını görüyorum. Arkadaş öldür öldür bitmiyorlar. Nereden geldiğine bulmaya çalışıyorum. Her yer kapalı. Sonra kapının altına bir bakıyorum ki anaaaam, ulan şu uzay filmi vardı ya Yıldız savaşları. İşte o filmde ana gemiden çıkan diğer uzay gemileri gibi bir sürü sivri sinek oradan içeri giriyor. Şansa da sinkovu yanıma almamışım. Çarşafı tepeme çekip yatmak mecburiyetindeyim. Zar zor uykuya dalıyorum… 



















12 Ağustos 2015 Çarşamba

Trans Anatolian Tour 7.Gün (The End)

Otobüse bisikletlerimizi yükledikten sonra hemen koltuklarımıza yerleşip uyku moduna geçiyoruz. Ama otobüsün hareketleri arada beni uyandırıyor. O kadar sert rampalar çıkıyoruz ki, bazı yerlerde abartırsak, uzaya fırlatılacak mekikteki astronotlar misali sırtımız üzerinde gidiyoruz. Bazı yerlerde ise, sanki koltuktan düşecekmişiz gibi otobüs yokuş aşağı gidiyor. Bazı yerlerde çok sert frenlemeler, savrulmalar derken, 130 kilometre yolu molayı düşünce 4 saatte gidiyor ve sabah 5.30 gibi Alanya otogarına varıyoruz.

Serhat sabah namazını kıldıktan sonra otogar’ da bir pastanede bir şeyler atıştırıp fazla oyalanmadan yola çıkıyoruz. Ama öncesinde Alanya’ da bizi bekleyen eski arkadaşım Elif’ e ona uğrayamayacağımızı anlatan bir mesaj atarak özür diliyorum. Sonra ver elini Antalya yolu.
Güzel bir asfaltta, geniş emniyet şeridinde bir önceki günün bende bıraktığı travmadan sıyrılmaya çalışarak yolumuza devam ediyoruz. Hava sabah olduğu için serin ve güzel. Bir önceki gündeki gibi bisikletli görmemiş insan suretleri yok. Hatta kimse umursamıyor bile. Bence bu daha güzel bir şey. Rahat rahat Manavgat’ a kadar gidiyor ve ara bir şeyler atıştırmak için bir pastanede oturuyoruz. Yan masada yaşça bizden genç iki kişi ile sohbete başlıyoruz. Adama geldiğimiz yolu anlattığımızda “yok, hayatta inanmam, kimse gelemez o yolu” gibi saçma bir diyaloğa giriyor. Yahu seni inandırmak zorunda değiliz. Ama adam ikide bir “yok, inanmıyorum “diyor. En son strava kaydını çıkarıyorum. Gözüne sokuyorum. Ama benim o anki ruh halim g..üne sokmaktan yana. En sonunda da o da niyetimi anlayıp konuyu yıkama yağlamaya çeviriyor. En sonunda hayırlı bir şey söyleyip Aksu’ da piyaz ve köfte yiyebileceğimiz “Aslım Özşimşekler” diye bir lokanta tarif ediyor. Mutlaka orada yememiz gerektiğini, çok leziz olduğunu söylüyor.
Teşekkür edip, olay mahallini hızla terk ediyoruz. Yol hakkında pek anlatılacak bir şey yok.  Yollar çok iyi durumda. Ve en sonunda Antalya tabelasına ulaşıyoruz. Orada fotoğraf çekerken yanımıza bir motorlu yaklaşıyor. 50 yaşlarındaki adam 1995 yılında bizim rotanın neredeyse aynısını bisikletle geçtiğini, şimdi ise motoru tercih ettiğini söylüyor. Altındaki motoru da (Güzel bir motordu) Mersin’ de sadece bu tur için almış ve Marmaris’ e kadar gidecekmiş. Orada da nasıl olsa 200-300 tl farkla satarım diyor. Maceracı bir tip. Tabela altında kendi fotoğrafını çektiriyor. Sonra da bizim fotoğrafımız çekiyor ve vedalaşıyoruz.

En nihayetinde Aksu’ ya varıyoruz. Serhat Cuma namazını kıldıktan sonra Aslım Özşimşekler lokantasını arıyoruz. Yalnız bir sıkıntı var, lokanta yolun karşısında ve Aksu’ daki kavşak çalışması nedeni ile yollar birbirine girmiş. Karşıya geçiş yeri bulamıyoruz. Ama bizim tarafımızda ise Şimşekler lokantası var. Biraz dikkatli baktığımızda ise, bir de Özşimşekler diye bir lokanta görüyoruz. Evrim teorisine göre bu lokantaların kökeninin Şimşekler lokantasına dayandığı varsayımını kurarak (Bknz.Koç ,Hakiki Koç, Öz Hakiki Koç, Vallahi billahi Öz hakiki Koç Vakası) Şimşekler lokantasına kuruluyoruz.

Lokanta gayet sistemli çalışıyor. İlk önce masamıza yeşillikler, ardından Ayran ve su, sonra Piyaz ve sonra sırasıyla Köfte, tatlı en sonunda da çay geliyor. Ama en önemlisi bunları getirenlerin hepsinin tek bir görevi var. Örneğin, sadece ayran götüren ya da sadece piyaz götüren garsonlar var. Bant usulü bir çalışma sistemi gibi. Ve en son hesabı da başka bir garson tahsil ediyor. Lezzetler gerçekten güzel. Fiyat ise Antalya’ ya yaklaştığımız bildirir gibi. Adam başı 30 Tl. ödüyoruz. Uzun bir molanın ardından çok yakın mesafede bulunan Antalya havalimanına varıyoruz. Geçen yıl Bodrum’ dan alışık olmamız nedeni ile bagajlarımızı ve bisikletimizi X-ray cihazına hazır hale getirip, x-ray cihazından hızla geçiyoruz. Hemen Onur air kontuarına gidip işlemlere hazırlık yapacağız. Onlar bizi bisikletler ile ilgili bedel ödemek için başka yere yönlendirecek falan filan derken, İlk sorun ortaya çıkıyor. Kontuardaki görevli bayan bisikletleri sökmemiz gerektiğini söylüyor. Bizde Onur air’ in bu şekilde kabul ettiğini ve geçen yılda bodrumdan bu hali ile gittiğimiz söylüyorum. Bizi bilet satış bölümüne yönlendiriyorlar. Oradaki arkadaşlar da bize aynı şeyi söylediğinde merkezden onay almalarını söylüyorum. Merkez bisikletlerin bizim dediğimiz gibi kabul edildiğini söylüyorlar. 1. Aşamayı hafif stresle atlatıyoruz.

Bisiklet bedellerini ödedikten sonra büyük paket geçişine yönlendiriliyoruz. Burada da bu sefer polis sıkıntı çıkarıyor. Tekrar ilk iki banko arasında koşturduktan sonra polis ikna oluyor. Bu arada Çelebi nin yer hizmetleri şefi olduğunu zannettiğimiz (Şimdi söylediklerimi başka insanlara söylemem. Ama şekli ve karakteri oturduğundan bu hakkediyor) Şebek kulaklı, yüzünden kompleks akan, ağzı 3 hafta önce ölmüş hayvan leşi gibi kokan, buralar benim havasındaki şerefsiz bisikleti böyle kabul edemeyiz diyor. Tekrar ilk iki banko arasındaki koşuşturmadan sonra, onu da ikna ediyor ve tam bisikletlerin yanına gittiğimizde bu şebek “bisikletlerin başına bir şey gelirse sorumluluk almam diyor” O an Serhat tam adama dalmaya yeltenecekken kaş göz işareti ile durduruyorum. Keşke durdurmasaymışım.

Uçağa binmeden önce tuvalette üstümüzü değiştirip, 2 gündür duş alamadığımızdan dolayı bol miktarda parfüm harcayıp hazırlanıyoruz. Uçağın saati yaklaştığında 2.kontrol noktasına geçip uçağı beklerken, 40 dakika rötar yediğimizi öğreniyor ve Bodrum’ da 2,5 saat rötar yediğimizden buna dua ediyoruz. Bodrum’ da bisikletler uçağa görevliler tarafından çok nazik bir şekilde paletin üzerinde ellerine alıp iterek çıkartmışlardı. Burada da aynı şekilde mi olacak diye heyecanla camdan izliyoruz. Ama bir süre sonra bavulların gözlerimiz önünde hayvani şekilde yüklendiğini gördüğümüzde endişeye kapılıyoruz. Hatta bavullar yüklenmiyor, dövülüp yerlere atılıyor. Anlatılmayacak kadar rezil bir manzara var.  Kapının kapanmasına 1-2 dakika kalmasına rağmen bizim bisikletler bir türlü yüklenmiyor. Kapıdakiler bizim gelmemizi, kapının kapanacağını söylüyorlar. Tam o sırada bizim bisikletler yüklenmeye, pardon fırlatılmaya başlanıyor. Görevli bisikleti paletin üzerine yukarı kaldırıp fırlatıyor. Abartı değil, bilerek ve kasıtlı halter gibi yukarı kaldırıp paletin üzerine vuruyor. Hızla kapıya koşuyor ve durumu o öfkeyle anlatıyoruz. Kapıdaki bir bayan görevli hemen ilgilenip not alıyor ve hızlı bir şekilde telsizle konuşuyor. Ve bizi apar topar uçağa alıyorlar. Meğerse sonradan öğrendiğim, böyle ilgileniyor gibi yapıp milleti sakinleştirip postalama taktiğiymiş.

Uçağa binip hareket ediyoruz. O bir saatlik yol bize geçmiyor. Acaba bir şey oldu mu endişesi çok fazla var. Hava limanına vardığımızda ilk önce heybelerimiz, daha sonra da bisikletler geliyor. Benim bisikleti elime aldığımda hemen arka tekerin kaskatı olduğunu görüyorum. Neyden kaynaklandığını çözmeye çalışıyor ve nedenini hemen buluyoruz. Bisikleti palete vurması nedeni ile bisikletin jant sekiz olmuş ve nasıl olmuşsa her taraftan yamulmuştu. Belki de tek bir yerde yere vurulmamıştı. Neyse ki Serhat’ın bisiklette bir sıkıntı yok.

O hışımla Çelebi’ nin kayıp eşya birimine gidiyorum. Orada fiilen kıçıyla konuşan bir görevli sözde yardımcı oluyor. Bana şikayet dilekçesi yazdırıyor. Lavuk o kadar sahte bir ilgi gösteriyor ki, dalmamak için kendimi zor tutuyorum.  Siz siz olun, önceden yazdığım yazılara bakıp Onur Air’ le bisikletiniz açık olarak taşımayın. %50 ihtimalle aynı şeyle karşılaşabilirsiniz. Bisiklet sürülemez halde olduğundan dışarı çıkıyor ve taksi arıyoruz. Şansa bir tane taksi yok. Olsa da bize bagajı büyük bir şey lazım 5-6 dakika sonra SW bie taksi buluyor ve havalimanından ayrılıyorum. Bu konuyu unutmaya ve turun güzelliklerini aklıma getirmeye çalışarak evin önüne varıyorum. 

Evdekilerin o gün geleceğimden haberleri yok. Bende bir muziplik yapıyor ve evimizin yanındaki markette, marketin sahibi Hüseyin abi ile selfi çekip facebook adresime ekliyorum. Sonra da eşimi arayıp facebook’ a bakmasını istiyorum. O kadar şaşkın ki bana telefon açıp, “Hüseyin abiye ne kadar benziyor? Nerede çektin? “ diye soruyor. Aşağıda olduğumu söylediğimde hemen beni karşılıyorlar. Ve her zaman anılarımda yaşayacak olan bir turumu daha acısı ve tatlısı ile sonlandırıyorum.

Şimdi ne yapıyoruz diye düşünen olursa, önümüzdeki yılı iple çekiyoruz. Serhat’ la her gün 3-5 tane tur rotası planlıyor uzun mu olsun, kısa mı  olsun pazarlıkları yapıyoruz. Bazen uçuk rotalar çıkıyor, bazen de çok güzel rotalar. Bazen Çine gidelim G-216 kara yolunu geçelim derken, bazen de hadi bir de hadi bir Yunanistan yapalım diyoruz. Yani anlayacağınız sağlığımız yerinde olduğu sürece kabamız daha çok seleyi görecek.


Bisiklet mi? Jant düzelemeyecek durumda olduğundan yeni bir jant taktırdım. İşyerine gidişlerimde MTB yi kullanıp Fuji Touring’ i sadece cumartesi günleri yanıma alıyorum. Uzaklara gitmek için ona daha çok ihtiyacım var.










Trans Anatolian Tour 6.Gün (Aydıncık cehennemi ile tanışma ve Filmin kopuşu)

Uyanma saatimiz her geçen günün yorgunluğu üstümüze bindikçe biraz daha geçe sarkıyordu.  Öğretmenevinde kahvaltımızı yaptıktan sonra, yola koyulma vaktimiz gelmişti. Hedef, başarabilirsek Gazipaşa, başaramazsak Anamur olacaktı. Bir de 3-4 gün sonra Taşucu’ ndan geçecek olan @deathsidestory e uygun bir yerde hediye bırakmaktı.

 

Çok fazla oyalanmadan Taşucu’ na doğru yola koyuluyoruz. Yolun ne kadar berbat olduğunu @Five sayesinde gayet iyi biliyoruz. Ama hesaplarımızı iyice altüst edecek olan diğer faktör bize ana istikamete döndüğümüz anda selamını vermişti; RÜZGAR! Yaklaşık 3-4 haftadır İstanbul’ da yaşadığımız sert poyrazı mumla aratacak şekilde tam karşımızdan esiyordu.  Kıbrıs’ a giden feribotların yönlendirme tabelasını gördüğümüzde bir an aramızda “Kıbrıs’ a mı gitsek” sohbeti ciddi anlamda geçiyor. Daha sonra sponsorluktan dolayı programdan sapmamak ve uçak biletlerini yakmamak için vazgeçiyoruz. Keşke gitseymişiz. Gün sonuna kadar anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelecek çünkü. 

 

Mesajı almış bir şekilde Taşucu’ nda  @deathsidestory ‘e hediyesini almak için tekel bayii’ ne uğruyorum. 2 tane bira aldıktan sonra yola devam edip Taşucu’ nu geçmiştik. Sağımıza solumuza bakıp uygun bir yer arıyoruz. Uyuzluk olsun diye biraz rampa çıktıktan sonra, büyük bir tabelanın altına 2 bira 1 tane de Mevlana magneti olan torbayı bırakıyoruz. Buradaki mesaj, “Afiyet olsun, ama öteki tarafı da unutmayın”. Hemen @deathsidestory e konum ve bölgenin fotoğraflarını yollayıp yolumuza devam ediyoruz.

 

 

Yaklaşık 20. Kilometrede açılıp açılmadığı muamma olan tünellerden birincisine ulaşıyoruz. Ve mutlu haber hemen karşımızda! Tünel açılmış olduğu için seviniyoruz. Çünkü girişi sağlam bir tepenin altında bulunuyor. Hadi yine sevgili Allahın kuluymuşuz diyoruz. Tabii sonradan o kadar sevilmediğimiz ya da hiç sevilmediğimiz anlayacağız.

 

Taşucu’ ndan sonra sürekli  çıkış ve inişlerimiz başlamış ve tünelden sonra iyice artmıştı. Rüzgar karşıdan hızımızı eserek hızımız düşürürken, benim bileğimde hız düşürmede elinden gelen katkıyı sunuyor. Ayrıca deniz seviyesine inmemizle birlikte en azından bağırsak problemim sona eriyor. Bu nedenle gayet mutluyum. Polyannacılık ne güzel bir şey.

 

Bir süre gittikten sonra bir benzinlikte mola verdiğimizde Antalya’ ya giden bir otobüs görüyorum. Şöföre diğer tünellerin durumunu sorduğumda “Diğer tünellerin hala inşa halinde olduğunu ve yolun buradan sonra daha da kötüleştiği” müjdesini veriyor. Biz de bu müjdeyle bir seviniyoruz ki anlatamam. Neyse düşüyoruz yola. Dediğim gibi 40-50 metre lük yüksekliklerde olsa sert olmalarından dolayı hırpalıyor.

 

Bir ara bir tabela karşılaşıyoruz. Eğimi belirtecek tabela da % den sonra bir şey yazmıyor. Anlıyoruz ki “sen nasıl hissedersen o kadar yaz” diye boş bırakmışlar. Sağ olsun rampada iyi bir yüzdeyi hakkedecek kadar sert çıkıyor.  Yolda bir çok noktada yol çalışması da cabası. Sürekli toz toprak içinde gidiyoruz. Bir rampada bir kamyonet yanıma yanaşıyor. Şöför “tutun arkaya” diyor. Ben “teşekkür ederim. Düşünmen bile yeter” deyip geri çeviriyorum. İyi adammış vesselam.

 

50. Kilometrede Sağlam bir rampaya giriyoruz. 2 Kilometrede 200 metre tırmanıyoruz, ya da tırmalıyoruz. Sıcak artmış ve feleğimiz şaşırmış durumda Tırmanıştan sonra kendini köy zanneden ama 15-20 evden oluşan Yanışlı köyünde soluklanmak için duruyoruz. Serhat öğlen namazını kılarken kenarda oturan ihtiyar amca ile sohbet ediyorum. Amcanın ifadesi ile 90 yaşının üzerinde, ve hiç evlenmemiş. Var mı diyorum tarla, hayvan filan o da yok. Devletin verdiği yaşlılık maaşı ile geçiniyormuş. Askerlik harici orayı da hiç terk etmemiş. Kendi küçük dünyasında ne mutlu ne de mutsuz ömrünü tamamlama derdinde yaşıyor. Sonra kendime bakıyorum. Sürekli yaşamı bir yerinden yakalama derdindeyim. Acaba O mu daha iyi yapıyor? Ben mi? karar veremeden vedalaşıp yola düşüyorum.

 

Yanışlı’ dan sonra yokuş aşağı biraz gidip, deniz seviyesinde 1-2 kilometre ilerledikten sonra 5 kilometrede 370 metre tırmanışa geçiyoruz. Artık sıcakta iyice artmış olduğundan tırmanışımız gayet keyifli geçiyor. Bacaktaki problemler mi? onlarda gayet iyi durumda. Hızım düşüp ayağa kalkmaya her çalıştığımda sen otur diyorlar. Bende acı sözü dinleyip oturuyorum seleye. Bir ara rampanın ortasında 5-6 belediye temizlik işçisi görüyoruz. Etrafta biz ve onlardan başka kimse, hiçbir şey yok. Yerleşimde yok. Nasıl geldiniz? Nasıl döneceksiniz diye sorduğumuzda? Sabah saatlerinde su ve kumanya verip yolun ortasında bıraktıklarını, o saatten sonra yol üstündeki çöpleri temizlediklerini , akşam belli bir saatte yine yoldan araba ile topladıklarını öğreniyoruz. O sıcakta o hallerini görünce kendi halimi unutup onlara üzülüyorum. Gerçekten ilkel çalışma koşullarında, resmen köle mantığı ile asgari ücrete çalışıyorlar.

 

Rampalar ve rüzgar o kadar sert ki, birinciliği hangisine vereceğimizi şaşırıyoruz. En sonunda güzel bir inişle Aydıncık’ a öğlen 3 gibi varıyoruz. Bulduğumuz bir lokantada İstanbul porsiyonları ile adam başı 2 – 2,5 porsiyonluk kuzu saç kavurmayı haince yiyoruz. Yemek ve dinlenme faslı neredeyse 1 saat sürüyor.  Akşam Anamur’ a yetişmek için yola koyuluyoruz. Aydıncık çıkışından sonra Yeni Kaş denen bir yerden geçerken @Abdullah.R abimizin 3000 km.lik İstanbul – Anamur – İstanbul turunda girdiği soğuksu göletini görüyoruz. O kadar yorgunum ki, ne izlemeye ne de fotoğraf çekmeye takadim var.

 

Zaten orayı az bir şey geçtikten sonra benim sonumu hazırlayan son rampaya geliyoruz. Burası son geçtiğimiz rampadan daha alçak (200 metre), ama içinde 20 ye yakın çok sert iniş çıkışı olan, yolun asfalt kalitesinin kalite lafına hakaret olduğu, çok dar ve araç trafiğinin inanılmaz yoğun olduğu yere geliyoruz. Trafik yoğunluğunu size şöyle anlatayım. O bölgenin seracılıkla geçinmesi nedeni ile yanımızdan kah kavun, kah çilek kokuları ile geçen en ufağı BMC Fatih kamyon, ama genelde bildiğiniz uzun dorseli tırlar geçiyor. O kadar yoğun olmalarının sebebi ise öğlen sıcağının nispeten azalıp, akşam saatine yaklaşması nedeni ile meyveler sıcak havadan zarar görmüyorlarmış. Birde bu trafiğe yük araçlarının arkasında kalmamak için her tür aksiyona giren binek araçları koyun, işte şimdi mükemmel kombinasyona yaklaştık. Neden yaklaştık diyorum derseniz, Buna mıcırlı asfaltı ekleyin oldu mu? Hayııır. Bitti mi? Sert rüzgar. Yine bitti mi? Yanında bir de yılan gibi kıvrılan, dön baba dön bitmeyen, viraj dönüşlerinde 2 kamyon kafa kafaya geldiğinde dönülemeyen yolları koyarsanız, hah işte mükemmel kombinasyon oluyor. Tepeleri tırmanırken hafif sağ çaprazımıza baktığımızda tırmanacağımız yolu rahat görüyoruz. O kadar güzel.

 

İşte oralarda bir yerde, nerede derseniz hiç hatırlamadığım bir yerde benim film koptu. İyi kötü tırmalaya tırmalaya çıkarken, Viraja tırla girdiğim sırada yolun kenarında bir şantiyede köpeğin bana havlamaya başlamasının kesişmesi yaşanırken, tam o sırada benim bütün enerji depolarımın bitmesi de eklenince, yolun kenarında bisikletten dahi inemeden olduğum yerde kilitlenip kalıyorum. Serhat garipliği görüp hemen yanıma geliyor. Ellerim kollarım zangır zangır titrerken Serhat’ a tamamen bittiğimi benim için bugünün sonunda da turun bittiğini söylüyorum (Tabii o sırada köpeğe, dağa, taşa, bayıra, öten kuşa her şeye acayip küfür sallıyorum). Hatırladığım kadarı ile Serhat beni bisikletten indirip, benim bisikleti seyir terası gibi bir yere doğru çekiyor. Bagajdan bir enerji jeli çıkarıp su ile kullanıyorum. Biraz kendime geldikten sonra kabus gibi yola devam ediyoruz.

 

Bir süre daha gittikten sonra yolun tepenin ortasında bir kendine tezgah açmış bir muzcu ile karşılaşıyoruz. Arkadaş büyük ihtimal karşısındaki manzaranın etkisi ile sessiz, sakin, mülayim birisi. Soru sormadıkça pek cevap vermeyen ama güleç bir tip. Orada uzun bir mola verip dinleniyoruz. Muz ve çay eşliğinde dinlendikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Meğerse oradan sonra iniş başlıyormuş. Dinlenmiş bir şekilde Tekeli’ ye doğru inişi tamamlayıp ilçeye giriyoruz.

 

Biz ilçede yol alırken, İlçenin büyük ihtimal ortaokulu yeni dağılmıştı. Okuldan çıkan çocuklar bize “hello” diyor, bizde merhaba diyerek karşılık veriyorduk. Yalnız bazı çocuk lar “hello, many, dolar” filan demeye başlayınca asabım bozulmaya, “dilencimi olacaksınız lan” demeye başladım. O tepkiyi duyan bazı çocuklar afallıyor, bazıları ise gülüyordu. Ama en son bir yerde yine çocuklar “hello, many” deyip para isteyince “s.gidin lan, eşşekoğlu eşekler. Adam olun diye” bağırdım. Gelen tepki ise “ulaaan turist Türkçe öğrenmiş!” E yuh yani. Veletlere bu toprakların insanı olduğumuz idrak ettiremeyeceğiz anlaşılan. Tekrar “yürüyün lan!” diye bağırıp, fazla canımı sıkmamak için yoluma devam ediyorum.

 

Tekeli bitip Tekmen tarafına geçince, yahu böyle diyorum da bu anlattığım yerleşimler dağ ile sahil arasına sıkıştığı için İstanbul’ un bir mahallesinin yarısı kadar olamayacak kadar küçük yerler. Bunu bilmenizde fayda var. Neyse, Tekmen den itibaren ufak ufak muz bahçeleri başlıyor. Bozyazı’ ya geldiğimizde neredeyse her yer muz ağaçları ile doluyor. Bozyazı’ da öğretmenevini görünce aklıma Anamur’ daki öğretmen evini aramak geliyor. Biraz daha gittikten sonra, uygun bir yerde öğretmen evini arıyorum. Öğretmenevindeki görevli bize tadilatta olduklarını söylüyor.  Hava kararmaya yüz tutmuş durumda. Acilen bir yerler bulmamız lazım. Otogarın orada küçük bir mola veriyoruz. Anamur çıkışındaki yolu bu halimle çıkmam gerçekten zor görünüyor. Psikolojik ve bedenen hiç hoş halde değilim. Otogarda Anamur yolunun durumunu sorduğumuzda, yolun bir çok noktasında çalışmalar olduğunu, bu nedenle yolun çok daraldığını ve bisikletle gidersek kaza yaşam ihtimalimiz olduğunu söylüyorlar. Bizde bu durumu ve benim durumumu  göz önüne alarak, Alanya’ ya buradan otobüsle gitmeye ve oradan da Antalya’ ya kadar bisikletle gidip, uçakla İstanbul’ a dönme kararı alıyoruz.

Hemen otobüs firmalarını dolaşıyoruz ve gece 1’ de bir otobüste yer ayarlıyoruz. Ardından uçak biletlerimizi Dalaman’ dan İstanbul’ a çevirip, son noktayı koyuyoruz.  Açıkçası Serhat devam etmeye kalksa bu etapların tamamını bitirebilecek durumda. Ama sağlık sıkıntılarım beni bitirmiş durumda. O da anca beraber kanca beraber dediği için benimle turu bitiriyor. Anlayacağınız iyi dost.

 

Bu arada bir demet tiyatro daki vampir irfan tadında bir zabıta bize yaklaşıp, arkadaşının evini bir gecelik bize kiralamaya çalışıyor. Bu tipler çok canımı sıkar. Kardeşim sen devlet memurusun, git kendi işini yap. Aklın ticaretteyse, o zamanda memurluğu bırak. Neyse bisikletlerimizi kenara bırakıp, yaklaşık 300 metre ötedeki bir lokantaya gidiyoruz. Gönlümüz bol bir şekilde siparişleri veriyoruz. Meğerse onların da gönlü epey bolmuş. Masa 5 kişilik donanıyor. Mezeler, salatalar bizim siparişler derken, masada bir rakı eksik. Her zaman ki gibi usta katiller olarak masada yemek yendiğine dair hiçbir delil bırakmıyoruz. Ortada sadece temiz tabaklar var. Serhat hesabı ödemeye gidiyor ve sesini duyuyorum “dalgamı geçiyorsunuz?” Kasadaki bayanda “Buralarda böyle” diyor. Demek ki hesap sağlam geldi diye düşünüyorum. Serhat’ a sorduğumda 30 lira demişler. Benim de asabım bozuluyor ve kavga etmek için masaya doğru yelteniyorum. Şaka şaka. Harbiden Gerek iç Anadolu, gerekse bu bölgeler gerçekten çok ucuz. Bir önceki yerde yediğimiz yemeğe de 30 lira vermiştik.

 

Yemekten sonra tekrar otogar’ a geri dönüyoruz. Serhat’ ın son 50 kilometredir inen lastiğinin patladığını anlıyoruz. Serhat lastiği değiştirdikten sonra yaklaşık 4 saat çeşitli kişilerle ve kendi aramızda geyiklemelerle otobüsümüzü bekliyoruz. Saat geldiğinde yolun karşısına geçip gelen otobüsün bagajına bisikletlerimizi yerleştirdikten sonra yolculuğumuz başlıyor.

 


Devamı son yazımızda.