12 Ağustos 2015 Çarşamba
Trans Anatolian Tour 6.Gün (Aydıncık cehennemi ile tanışma ve Filmin kopuşu)
Uyanma
saatimiz her geçen günün yorgunluğu üstümüze bindikçe biraz daha geçe
sarkıyordu. Öğretmenevinde kahvaltımızı
yaptıktan sonra, yola koyulma vaktimiz gelmişti. Hedef, başarabilirsek
Gazipaşa, başaramazsak Anamur olacaktı. Bir de 3-4 gün sonra Taşucu’ ndan
geçecek olan @deathsidestory e uygun bir yerde hediye bırakmaktı.
Çok fazla
oyalanmadan Taşucu’ na doğru yola koyuluyoruz. Yolun ne kadar berbat olduğunu
@Five sayesinde gayet iyi biliyoruz. Ama hesaplarımızı iyice altüst edecek olan
diğer faktör bize ana istikamete döndüğümüz anda selamını vermişti; RÜZGAR!
Yaklaşık 3-4 haftadır İstanbul’ da yaşadığımız sert poyrazı mumla aratacak
şekilde tam karşımızdan esiyordu. Kıbrıs’ a giden feribotların yönlendirme
tabelasını gördüğümüzde bir an aramızda “Kıbrıs’ a mı gitsek” sohbeti ciddi
anlamda geçiyor. Daha sonra sponsorluktan dolayı programdan sapmamak ve uçak
biletlerini yakmamak için vazgeçiyoruz. Keşke gitseymişiz. Gün sonuna kadar
anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelecek çünkü.
Mesajı
almış bir şekilde Taşucu’ nda @deathsidestory
‘e hediyesini almak için tekel bayii’ ne uğruyorum. 2 tane bira aldıktan sonra
yola devam edip Taşucu’ nu geçmiştik. Sağımıza solumuza bakıp uygun bir yer
arıyoruz. Uyuzluk olsun diye biraz rampa çıktıktan sonra, büyük bir tabelanın
altına 2 bira 1 tane de Mevlana magneti olan torbayı bırakıyoruz. Buradaki
mesaj, “Afiyet olsun, ama öteki tarafı da unutmayın”. Hemen @deathsidestory e
konum ve bölgenin fotoğraflarını yollayıp yolumuza devam ediyoruz.
Yaklaşık
20. Kilometrede açılıp açılmadığı muamma olan tünellerden birincisine
ulaşıyoruz. Ve mutlu haber hemen karşımızda! Tünel açılmış olduğu için
seviniyoruz. Çünkü girişi sağlam bir tepenin altında bulunuyor. Hadi yine
sevgili Allahın kuluymuşuz diyoruz. Tabii sonradan o kadar sevilmediğimiz ya da
hiç sevilmediğimiz anlayacağız.
Taşucu’
ndan sonra sürekli çıkış ve inişlerimiz
başlamış ve tünelden sonra iyice artmıştı. Rüzgar karşıdan hızımızı eserek
hızımız düşürürken, benim bileğimde hız düşürmede elinden gelen katkıyı
sunuyor. Ayrıca deniz seviyesine inmemizle birlikte en azından bağırsak
problemim sona eriyor. Bu nedenle gayet mutluyum. Polyannacılık ne güzel bir
şey.
Bir süre
gittikten sonra bir benzinlikte mola verdiğimizde Antalya’ ya giden bir otobüs
görüyorum. Şöföre diğer tünellerin durumunu sorduğumda “Diğer tünellerin hala
inşa halinde olduğunu ve yolun buradan sonra daha da kötüleştiği” müjdesini
veriyor. Biz de bu müjdeyle bir seviniyoruz ki anlatamam. Neyse düşüyoruz yola.
Dediğim gibi 40-50 metre lük yüksekliklerde olsa sert olmalarından dolayı hırpalıyor.
Bir ara bir
tabela karşılaşıyoruz. Eğimi belirtecek tabela da % den sonra bir şey yazmıyor.
Anlıyoruz ki “sen nasıl hissedersen o kadar yaz” diye boş bırakmışlar. Sağ
olsun rampada iyi bir yüzdeyi hakkedecek kadar sert çıkıyor. Yolda bir çok noktada yol çalışması da
cabası. Sürekli toz toprak içinde gidiyoruz. Bir rampada bir kamyonet yanıma
yanaşıyor. Şöför “tutun arkaya” diyor. Ben “teşekkür ederim. Düşünmen bile
yeter” deyip geri çeviriyorum. İyi adammış vesselam.
50.
Kilometrede Sağlam bir rampaya giriyoruz. 2 Kilometrede 200 metre tırmanıyoruz,
ya da tırmalıyoruz. Sıcak artmış ve feleğimiz şaşırmış durumda Tırmanıştan
sonra kendini köy zanneden ama 15-20 evden oluşan Yanışlı köyünde soluklanmak
için duruyoruz. Serhat öğlen namazını kılarken kenarda oturan ihtiyar amca ile
sohbet ediyorum. Amcanın ifadesi ile 90 yaşının üzerinde, ve hiç evlenmemiş.
Var mı diyorum tarla, hayvan filan o da yok. Devletin verdiği yaşlılık maaşı
ile geçiniyormuş. Askerlik harici orayı da hiç terk etmemiş. Kendi küçük dünyasında
ne mutlu ne de mutsuz ömrünü tamamlama derdinde yaşıyor. Sonra kendime
bakıyorum. Sürekli yaşamı bir yerinden yakalama derdindeyim. Acaba O mu daha
iyi yapıyor? Ben mi? karar veremeden vedalaşıp yola düşüyorum.
Yanışlı’
dan sonra yokuş aşağı biraz gidip, deniz seviyesinde 1-2 kilometre ilerledikten
sonra 5 kilometrede 370 metre tırmanışa geçiyoruz. Artık sıcakta iyice artmış
olduğundan tırmanışımız gayet keyifli geçiyor. Bacaktaki problemler mi? onlarda
gayet iyi durumda. Hızım düşüp ayağa kalkmaya her çalıştığımda sen otur
diyorlar. Bende acı sözü dinleyip oturuyorum seleye. Bir ara rampanın ortasında
5-6 belediye temizlik işçisi görüyoruz. Etrafta biz ve onlardan başka kimse,
hiçbir şey yok. Yerleşimde yok. Nasıl geldiniz? Nasıl döneceksiniz diye sorduğumuzda?
Sabah saatlerinde su ve kumanya verip yolun ortasında bıraktıklarını, o saatten
sonra yol üstündeki çöpleri temizlediklerini , akşam belli bir saatte yine
yoldan araba ile topladıklarını öğreniyoruz. O sıcakta o hallerini görünce
kendi halimi unutup onlara üzülüyorum. Gerçekten ilkel çalışma koşullarında,
resmen köle mantığı ile asgari ücrete çalışıyorlar.
Rampalar ve
rüzgar o kadar sert ki, birinciliği hangisine vereceğimizi şaşırıyoruz. En
sonunda güzel bir inişle Aydıncık’ a öğlen 3 gibi varıyoruz. Bulduğumuz bir
lokantada İstanbul porsiyonları ile adam başı 2 – 2,5 porsiyonluk kuzu saç
kavurmayı haince yiyoruz. Yemek ve dinlenme faslı neredeyse 1 saat
sürüyor. Akşam Anamur’ a yetişmek için yola
koyuluyoruz. Aydıncık çıkışından sonra Yeni Kaş denen bir yerden geçerken
@Abdullah.R abimizin 3000 km.lik İstanbul – Anamur – İstanbul turunda girdiği
soğuksu göletini görüyoruz. O kadar yorgunum ki, ne izlemeye ne de fotoğraf
çekmeye takadim var.
Zaten orayı
az bir şey geçtikten sonra benim sonumu hazırlayan son rampaya geliyoruz.
Burası son geçtiğimiz rampadan daha alçak (200 metre), ama içinde 20 ye yakın
çok sert iniş çıkışı olan, yolun asfalt kalitesinin kalite lafına hakaret
olduğu, çok dar ve araç trafiğinin inanılmaz yoğun olduğu yere geliyoruz.
Trafik yoğunluğunu size şöyle anlatayım. O bölgenin seracılıkla geçinmesi
nedeni ile yanımızdan kah kavun, kah çilek kokuları ile geçen en ufağı BMC
Fatih kamyon, ama genelde bildiğiniz uzun dorseli tırlar geçiyor. O kadar yoğun
olmalarının sebebi ise öğlen sıcağının nispeten azalıp, akşam saatine
yaklaşması nedeni ile meyveler sıcak havadan zarar görmüyorlarmış. Birde bu
trafiğe yük araçlarının arkasında kalmamak için her tür aksiyona giren binek
araçları koyun, işte şimdi mükemmel kombinasyona yaklaştık. Neden yaklaştık
diyorum derseniz, Buna mıcırlı asfaltı ekleyin oldu mu? Hayııır. Bitti mi? Sert
rüzgar. Yine bitti mi? Yanında bir de yılan gibi kıvrılan, dön baba dön
bitmeyen, viraj dönüşlerinde 2 kamyon kafa kafaya geldiğinde dönülemeyen
yolları koyarsanız, hah işte mükemmel kombinasyon oluyor. Tepeleri tırmanırken
hafif sağ çaprazımıza baktığımızda tırmanacağımız yolu rahat görüyoruz. O kadar
güzel.
İşte
oralarda bir yerde, nerede derseniz hiç hatırlamadığım bir yerde benim film
koptu. İyi kötü tırmalaya tırmalaya çıkarken, Viraja tırla girdiğim sırada
yolun kenarında bir şantiyede köpeğin bana havlamaya başlamasının kesişmesi
yaşanırken, tam o sırada benim bütün enerji depolarımın bitmesi de eklenince,
yolun kenarında bisikletten dahi inemeden olduğum yerde kilitlenip kalıyorum.
Serhat garipliği görüp hemen yanıma geliyor. Ellerim kollarım zangır zangır
titrerken Serhat’ a tamamen bittiğimi benim için bugünün sonunda da turun
bittiğini söylüyorum (Tabii o sırada köpeğe, dağa, taşa, bayıra, öten kuşa her
şeye acayip küfür sallıyorum). Hatırladığım kadarı ile Serhat beni bisikletten
indirip, benim bisikleti seyir terası gibi bir yere doğru çekiyor. Bagajdan bir
enerji jeli çıkarıp su ile kullanıyorum. Biraz kendime geldikten sonra kabus
gibi yola devam ediyoruz.
Bir süre
daha gittikten sonra yolun tepenin ortasında bir kendine tezgah açmış bir muzcu
ile karşılaşıyoruz. Arkadaş büyük ihtimal karşısındaki manzaranın etkisi ile
sessiz, sakin, mülayim birisi. Soru sormadıkça pek cevap vermeyen ama güleç bir
tip. Orada uzun bir mola verip dinleniyoruz. Muz ve çay eşliğinde dinlendikten
sonra yolumuza devam ediyoruz. Meğerse oradan sonra iniş başlıyormuş. Dinlenmiş
bir şekilde Tekeli’ ye doğru inişi tamamlayıp ilçeye giriyoruz.
Biz ilçede
yol alırken, İlçenin büyük ihtimal ortaokulu yeni dağılmıştı. Okuldan çıkan
çocuklar bize “hello” diyor, bizde merhaba diyerek karşılık veriyorduk. Yalnız
bazı çocuk lar “hello, many, dolar” filan demeye başlayınca asabım bozulmaya,
“dilencimi olacaksınız lan” demeye başladım. O tepkiyi duyan bazı çocuklar
afallıyor, bazıları ise gülüyordu. Ama en son bir yerde yine çocuklar “hello,
many” deyip para isteyince “s.gidin lan, eşşekoğlu eşekler. Adam olun diye”
bağırdım. Gelen tepki ise “ulaaan turist Türkçe öğrenmiş!” E yuh yani.
Veletlere bu toprakların insanı olduğumuz idrak ettiremeyeceğiz anlaşılan.
Tekrar “yürüyün lan!” diye bağırıp, fazla canımı sıkmamak için yoluma devam
ediyorum.
Tekeli
bitip Tekmen tarafına geçince, yahu böyle diyorum da bu anlattığım yerleşimler
dağ ile sahil arasına sıkıştığı için İstanbul’ un bir mahallesinin yarısı kadar
olamayacak kadar küçük yerler. Bunu bilmenizde fayda var. Neyse, Tekmen den
itibaren ufak ufak muz bahçeleri başlıyor. Bozyazı’ ya geldiğimizde neredeyse
her yer muz ağaçları ile doluyor. Bozyazı’ da öğretmenevini görünce aklıma
Anamur’ daki öğretmen evini aramak geliyor. Biraz daha gittikten sonra, uygun
bir yerde öğretmen evini arıyorum. Öğretmenevindeki görevli bize tadilatta
olduklarını söylüyor. Hava kararmaya yüz
tutmuş durumda. Acilen bir yerler bulmamız lazım. Otogarın orada küçük bir mola
veriyoruz. Anamur çıkışındaki yolu bu halimle çıkmam gerçekten zor görünüyor.
Psikolojik ve bedenen hiç hoş halde değilim. Otogarda Anamur yolunun durumunu
sorduğumuzda, yolun bir çok noktasında çalışmalar olduğunu, bu nedenle yolun
çok daraldığını ve bisikletle gidersek kaza yaşam ihtimalimiz olduğunu
söylüyorlar. Bizde bu durumu ve benim durumumu
göz önüne alarak, Alanya’ ya buradan otobüsle gitmeye ve oradan da
Antalya’ ya kadar bisikletle gidip, uçakla İstanbul’ a dönme kararı alıyoruz.
Hemen
otobüs firmalarını dolaşıyoruz ve gece 1’ de bir otobüste yer ayarlıyoruz.
Ardından uçak biletlerimizi Dalaman’ dan İstanbul’ a çevirip, son noktayı
koyuyoruz. Açıkçası Serhat devam etmeye
kalksa bu etapların tamamını bitirebilecek durumda. Ama sağlık sıkıntılarım
beni bitirmiş durumda. O da anca beraber kanca beraber dediği için benimle turu
bitiriyor. Anlayacağınız iyi dost.
Bu arada
bir demet tiyatro daki vampir irfan tadında bir zabıta bize yaklaşıp,
arkadaşının evini bir gecelik bize kiralamaya çalışıyor. Bu tipler çok canımı
sıkar. Kardeşim sen devlet memurusun, git kendi işini yap. Aklın ticaretteyse,
o zamanda memurluğu bırak. Neyse bisikletlerimizi kenara bırakıp, yaklaşık 300
metre ötedeki bir lokantaya gidiyoruz. Gönlümüz bol bir şekilde siparişleri
veriyoruz. Meğerse onların da gönlü epey bolmuş. Masa 5 kişilik donanıyor.
Mezeler, salatalar bizim siparişler derken, masada bir rakı eksik. Her zaman ki
gibi usta katiller olarak masada yemek yendiğine dair hiçbir delil
bırakmıyoruz. Ortada sadece temiz tabaklar var. Serhat hesabı ödemeye gidiyor
ve sesini duyuyorum “dalgamı geçiyorsunuz?” Kasadaki bayanda “Buralarda böyle”
diyor. Demek ki hesap sağlam geldi diye düşünüyorum. Serhat’ a sorduğumda 30
lira demişler. Benim de asabım bozuluyor ve kavga etmek için masaya doğru
yelteniyorum. Şaka şaka. Harbiden Gerek iç Anadolu, gerekse bu bölgeler
gerçekten çok ucuz. Bir önceki yerde yediğimiz yemeğe de 30 lira vermiştik.
Yemekten
sonra tekrar otogar’ a geri dönüyoruz. Serhat’ ın son 50 kilometredir inen
lastiğinin patladığını anlıyoruz. Serhat lastiği değiştirdikten sonra yaklaşık
4 saat çeşitli kişilerle ve kendi aramızda geyiklemelerle otobüsümüzü
bekliyoruz. Saat geldiğinde yolun karşısına geçip gelen otobüsün bagajına
bisikletlerimizi yerleştirdikten sonra yolculuğumuz başlıyor.
Devamı son
yazımızda.
TRANS ANATOLİAN TOUR 4.GÜN
Sabah 05.30 da uyanıp, 06.30 da yola koyuluyoruz. Hava bugün
kapalı, soğuk ve hafiften yağmur
çiseliyor. Daha 10 kilometre olmadan yağmurun şiddetleneceğini düşünüp,
heybelerimize teknolojinin son harikası lila renkli çöp torbalarımızı bağlamak
için bir benzinliğe giriyoruz. Benzinlik çalışanı ile selamlaşıp torbalarımızı
bağlarken, çalışan arkadaş “isterseniz çay için” diyor. Tabii işin içinde çay
ve teklif edilenlerin birisi de Serhat olunca, bize de sadece tamam demek
düşüyor. Çantaları hazırlayıp içeri giriyoruz. Bu arada benzinlikteki çalışanla
1-2 kelime haybeden sohbetten sonra bir anda anlayamadığımız şekilde adamın
tavrı soğuklaşmaya bizimle sohbet etmemeye başlıyor. Çay ne zaman hazır
olacağını sorduğumuzda “daha demlemedim” deyince Serhat’ la telepatik olarak
görüşüp “arkadaş arıza galiba. Biz hemen kalkalım” diyerek. Olay mahallinden
hızla uzaklaşıyoruz. Nedenini anlayamadığımız gizemli bir olay olarak
anılarımızda kalıyor.
Yolda rüzgar bize eşlik etmeye devam ediyor. Aslında yola
yağmur nedeni ile rota değiştirmeden ilk planladığımız gibi Dalaman’ dan
başlasaydık, bu rüzgarlar arkadan gelip bizim için büyük avantaj olacaktı. Ama
maalesef şu an duvar görevi görüyor. Konya’ ya geldik her yer düz savımız ise
şu ana kadar tutmadı. O hafif küçük rampalar rüzgarlarla birleşince totomuzu
tırmalar hala geliyor. Allahtan yağmur olayı olmuyor da bir de o sıkıntı ile
cebelleşmiyoruz. Ama hava “yağarımda, yağmamda. Henüz karar vermedim” durumunda
tehditlerini savurmaya devam ediyor.
Yaklaşık 4 saatin sonunda tırmanmamız bitiyor ve rüzgarın
etkisi ile pek hızlanmadan güzel bir yokuş iniyoruz. Yokuşun bitişinde “Konya
denizi” ile karşılaşmam ve bende bıraktığı hayranlık gerçekten güzel. Toroslara
kadar alabildiğine dümdüz, başına gelebilecek doğal bir tehlikeden en az yarım
saat önce haberin olacak kadar düz ve sıkıcı yollar desem de, biraz düz yol
görmenin sevinci de var hani. Hemen Konya tabelasının altında pozumuzu verip,
Konya’nın içine dalıyoruz. İstikamet Mevlana türbesi, ardından etli ekmek.
Konya’nın bir çok şeyi meşhur. Bunlardan birisi de bisiklet
yolları. Ve gittiğimiz yol üzeri neredeyse tamamen bisiklet yoluydu. Ancaaak;
Biz böyyük şeherden gelmiş danalar, nedense bisiklet yoluna girmeden hurra
anayoldan devam ediyoruz. Bir yandan girelim diye düşünüyorum ama, diğer yandan
vakit kaybetmememiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu arada Konya gerçekten büyük bir şehir. 15 Kilometre gitmemize rağmen
şehir merkezinde bulunan Mevlana türbesine ancak varıyoruz. Birde yoldaki
tabelaların düzgün yapılmamasından kaynaklı küçük bir kaybolma yaşıyoruz.
Türbeye az kalmışken yol kenarında bir lokantayı hemen
işaretliyorum. Öğlen yemeğini burada
yiyeceğiz. Dolana dolana türbenin giriş kapısını buluyoruz. Kapıda aklımda kaldığı
kadarı ile 25 tl gibi uçuk bir rakam görünce, “Mevlana rüyama girsin ben buraya
girmeyeyim” havası bir anda oluşuyor. Neyse ki güvenlikten o bilet bedelinin
yabancılar için olduğunu, yerliler, yani biz siyular için 2-3 tl gibi bir fiyat
olduğunu öğreniyoruz. O sevinçle Mevlana’nın huzuruna çıkıyoruz. İçerisi tıklım
tıklım. Özellikle Kimilerine göre Çinli, Bana göre Japon aslında Koreli
olabilme ihtimali yüksek turistler çok sayıda bulunuyor. İçeride bir tur atıp,
bol bol fotoğraf çektikten sonra girişte bıraktığımız bisikletlerin acaba uçup
gider mi stresinden kurtulmak için hızla bisikletlerin yanına dönüyoruz.
Bisikletlerden uzak kalmak beni ciddi rahatsız ediyor.
Türbeden çıkıp karşıda hediyelik eşya satan dükkanlara
dalıyor, bol bol Mevlana magneti ve
Mevlana şekeri alıp İstanbul’ a göndermek için kargo şubesine gidiyoruz.
Kargoya o sırada gelen 1 kamyon dolusu paket yüzünden 40 dakika kadar vakit
kaybedip, yolda işaretlediğim Şifa Lokantasında soluğu alıyoruz. Lezzetli etli
ekmeklerimizi ve yanında daha birçok şey yedikten sonra hemen yola koyuluyoruz.
Konya’ nın acayip karışık trafiğinden kurtulup, yolumuza ediyoruz. Bu arada bir
gece önce aldığımız karar ile rotayı değiştirip yönümüzü Ereğli yerine, Seydişehir’
e doğru çeviriyoruz. Ancak o yolun çok sıkıntılı öğrenip yolumuz bu sefer
Karaman’ a doğru çevireceğiz. Konya
denizinde rüzgar nedeniyle 25 kilometre hızı çok zor görerek bacak ağrısı
şiddetlenmiş bir şekilde yola devam ediyoruz. Bacağımdaki ağrı o kadar arttı ki
artık sadece inip binerken acı çekmiyorum, artık her pedala basışta canım fena
yanıyor. İçeri Çumra da limonata almak için durduğumuz marketin önünde yere
oturuyor ve kalkamıyorum. Bir süre dinlendikten sonra ayağa zar zor kalkıp
bisiklete biniyor ve yolumuza devam ediyorum.
Yaklaşık 10 kilometre sonra bir anda Serhat’ ın uyarısıyla benim
hizamda Serhat’ a doğru koşan fazla gelişmiş iki kangalın koştuğunu gördüm. O
panikle kendimi geniş yolun diğer yakasına hızla atıyor ve köpeklerden
kurtuluyorum. O ıssızlığın ortasında Serhat’ ın dikkati olmasa o köpeklere
karşı hiçbir şansımız olmazdı. Daha olayın şokunu atlatamadan 1-2 kilometre
sonra, 2 köpek daha yolda bizi bekliyordu. Bu sefer hazırlıklı bir şekilde
Dayzeri çekip direk kafalarına sıkıyorum. O aslanlar gibi haykıran köpekler bir
anda viyaklayıp kaçıyorlar. Bende rahatlıyorum.
Serhat’ ın ikindi namazı için Avdul köyünde mola veriyoruz.
Ben Serhat’ ı beklerken köyün 4 tane utangaç ve çok şirin çocuğu ile sohbet
kurmaya çalışıyorum. Çocuklar Ilgındaki veletlerin aksine sorularıma kısa
cevaplar veriyor, en cesur olanlarının kulağına fısıldayıp benimle öyle diyalog
kuruyorlar. Nedense çok kanım kaynıyor onlara. Serhat’ ta camiden çıkıp sohbete
katılınca hoş bir ortam oluşuyor. Ardın fotoğraf çekilip ayrılacakken, birisi
cesur arkadaşlarının kulağına fısıldıyor ve “sizinle yarışabilir miyiz?” sorusu geliyor.
Memnuniyetle kabul edip, köyün çıkışına kadar olmak şartıyla yarışmayı kabul
ediyor ve doğal olarak yeniliyoruz.
Önümüzde 50 kilometre mesafe ve karşımızda ciddiye alınması
gereken rüzgarla yolumuza devam ediyoruz.
Yol bu şekilde 3 saat sürüyor ve hava karardıktan yaklaşık 3 saat sonra
Valisi ile meşhur Karaman’ ın girişine varıyoruz. Hemen öğretmenevini arayıp yerini sormayı
planlarken, öğretmen evinde boş oda kalmadığını öğreniyoruz. O sırada yanımıza
bir araç yaklaşıp içinden inen meraklı bir kişi sayesinde 2-3 kilometre içeride
bir otelin olduğunu öğreniyoruz. Birkaç kişiye daha sorduktan sonra otelin
önüne geldiğimizde bu otelin boyumuzu aşacak gibi durduğu kanaatine varıyoruz.
Dışarıda Baş ve son pazarlıkçı Serhat’ la en fazla kaç liraya kadar pazarlık
yapalım diye planlama yaptığımızda kişi başı maksimum 60 liraya kadar kabul
etme kararı alıyoruz. Fiyat sorduğumuzda 50 lira demeleriyle küçük bir şok
yaşayıp, Serhat’ ın alışkanlığı ile yine pazarlık yapmaya kalkması ve benim ona
telepatik olarak “Hacı ayakta zor duruyorum. Zorlama” baskılarımla hemen odaya
çıkıyoruz. Lobiden telefonunu aldığımız pizzacıdan verdiğimiz sipariş İstanbul’
a göre yarı zamanda gelmesiyle, pizzaya hiç acımadan saldırıyor ve 3-4 dakika
içinde ortada kutudan başka delil bırakmıyoruz. Ağrılarımdan dolayı yatmadan
önce 2 tane 600 lük brufen çakıyorum.
Artık Konya ovasını bitirmenin verdiği rahatlık ile yarın
Akdeniz kıyılarına ulaşma hayalinin verdiği derin heyecanla uykuya çekiliyoruz.
Trans Anatolian Tour 5.Gün Göksu Cenneti ile Tanışma
Bu sefer sabah geç kalkıp otelin açık büfe kahvaltısından
faydalanıyor, güzelce karnımızı doyuruyoruz.
Karaman’ dan çıkarken anayolu kullanmak yerine ara yollardan gitmeye
kalkınca, sayemde bir güzel kayboluyoruz. Orası mı burası mı derken güç bela
yolu bulup Akdeniz kıyılarındaki yolculuğumuza yelken açıyoruz. Artık soğuk
havadan kurtulacağız. Ama meteoroloji Silifke tarafına yağmur veriyor.
Karaman çıkışından yaklaşık 5 kilometre sonra, Sertavul
geçidine doğru yükselmemiz başlıyor. Rampa ne çok sert, ne de çok rahat 15
kilometre ortalama ile yolumuza devam ediyoruz. Ardından biraz sert 6-7
derecelik bir eğim ondan sonrada 10 derecelik bir rampaya girip, ardından muta
kadar kesintisiz iniş olacağını tahmin ediyoruz. Birinci rampayı bitirip,
ikinci rampaya başlayacakken yol kenarındaki çeşmeyle ve oradaki iki ihtiyarla
karşılaşıyoruz.
İhtiyarlar emekli olmuş ehli keyf tipler. Birisi Alamancı,
diğeri ise bacanağıymış. Bize yolun 2-3 kilometre daha tırmandığını ardından
sadece iniş olduğunu söyleyerek bilgilerimizi pekiştiriyorlar. Hatta bize yemek
yemek için Mut’ un hemen çıkışında kasap bilmem ne hoca’ da mutlaka et yememiz
gerektiğini söylüyorlar. Bizde kafalara not alıp fotoğraflarımızı çekip “son
rampamıza” başlıyoruz. Bacağımdaki ağrının da sayesinde ahlaya vahlaya
tırmanışı tamamlıyorum. Zirve noktası 1.650 metre ve ben ilk defa bisikletle bu
kadar yükseğe çıktım.
Fazla vakit kaybetmeden geçitten ayrılıyoruz. O beklediğimiz
40 kilometrelik inişe başlıyoruz ki, anam! Ulan rampa var. Daha 500 metre
inmeden sert rampa hızımızı sıfırlıyor ve hazırlıksız yakalanmamdan dolayı
vitesi bile değiştiremiyorum. İnsanın istediği umduğu gibi olmayınca moral tepe
taklak oluyor. Hele ki benim gibi hayatındaki tüm riskleri öngörmeye çalışan
tipler tepe taklak oluyor. Bisikletle uzun turlara başladığımdan beri şunu
öğrendim ki, yollar bütün planları bozuyor. Rampasıydı, yol çalışmasıydı,
rüzgarıydı, yağmuruydu, ağrısı, cırcırıydı derken hep rotanın gerisinde
kalıyorsun. Onun için hiç kasmadan programsız yola çıkmak gerektiği inancına
ulaştım.
Yaklaşık 10 kilometre kadar in-çıklarla devam ediyoruz. Bu
arada asfaltta geçitten sonra değişerek, sıcak asfalt tarzı pütürlü ve bozuk
bir asfalt. Ama inişteki manzara
mükemmel. Yolun kenarında dağlarda belki binlerce yıl önce insanların oymuş
olduğu yerleşim yerleri gözümüze çarpıyor. Sağınızda yüzlerce metrelik
uçurumlar, ihtiyar Sedir ağaçları görülmeye değerler. Daha sonra yaklaşık 20
kilometre neredeyse hiç durmadan ve pedal çevirmeden 10 derecelik eğimlerden
aşağıya doğru iniyoruz. Asfaltın kötü olmasından ve virajlardan dolayı
kontrollü iniş yapıyorum.
Mut’ a girerken hava ısınmaya başlıyor ve o sıcakta sağlam
bir rampa yiyoruz. Saat öğlen 1’ i bulduğundan ve ihtiyarların rampalardaki
yanlış tahmininden dolayı Mut’ ta yemek yeme kararı alıyoruz. Yol kenarında
sıralı bir sürü esnaf lokantası mevcut. Hepsi neredeyse boşken, bir tanesi tıka
basa dolu. Serhat’ a burada yemeliyiz diyerek hemen kapının önünde bir masaya
kuruluyoruz. Lavaboda elimi yıkamaya giderken
tezgahta taze fasulye dikkatimi çekiyor. O kadar lezzetli ve albenili ki
hemen bir tabak sipariş veriyorum. Ve
hayatımda yediğim en leziz fasulyelerden
birisini Serhat’la boğuyoruz. Yemek faslından sonra gördüğümüz eczaneden benim
bacak için merhem ve marketten birer şapka alıyoruz. Şapka ve gözlüklerle CIA
ajanlarına benziyoruz.
Biraz ileride tarihi bir cami de Serhat abdest aldıktan
sonra yanıma geldiğinde benim de çoraplarımı çıkartıp bacağıma soğuk su tutmamı
tavsiye ediyor. O sırada çoraplarımı çıkardığımda sağ ayak bileğimin şiştiğini
fark ediyorum. Arkadaş insan bir kendini kontrol eder. Ne zaman şişti? Hiç
fikrim yok. Hazır merhemi almışız masaj yapa yapa ayağıma merhemi
sürüyorum.
Bu sırada Mut’ ta miting hazırlıkları var. CHP’ den birileri
gelip konuşma yapacak. Bu nedenle ortalık kalabalıklaşmadan çıkmanın planını
yapıyoruz. Daha 500 metre gitmeden sağ
bilek aşil tendonuma sanki birisi satırla vuruyor. İnanılmaz bir acı ile
çığlığı basıp. Bisikletin üzerinden kendimi atıyorum. Acı o kadar yüksek ki,
sanki kafa tasım yerinden fırlayacak. Yolun kenarındaki bankın üstüne kendimi
zor atıyorum. Serhat “Tamam tur bitti. Hemen otobüse binip dönelim” diyor. Daha
yolu yarılamamışız burada turu kesmek istemiyorum. Ama ayak hiçte öyle demiyor.
Bankın üzerinde 10 - 15 dakika geçirdikten sonra, ayağımı kontrol için kalkıp yürüyorum.
Yürürken hafif bir acı var. Ancak parmağımın ucuna kalktığım zaman inanılmaz
acı yaşıyorum. Bu da oturarak yavaş tempo sürebileceğimi, ama ayakta
süremeyeceğimi işaret ediyor. Serhat’ a “Silifke’ ye kadar gidelim, orada karar
veririz” diyorum ve gerçekten hafif bir tempo ile yola devam ediyoruz.
Ayağımdaki acı nedeni ile yola konsantre olmakta
zorlanıyorum. Bu arada miting nedeni ile Mut’tan Silifke’ ye doğru olan yolda
trafik epey bir arttı. Yol derseniz iyice berbatlaşmaya başladı. Üstüne birde
hava kapatmaya ve uzaklarda yağış olduğunu da gördük, hazır ortalıkta yarı çöl
durumundayken bizim gözler etrafta kutup ayısını aramaya başladı. İyi kötü
bozuk bağırsak, ağrılı sol bacakla gidiyorduk. Öyle bir yerlerden geçiyoruz ki,
dönmek istesen de dönemeyeceğin yerler.
Biraz sonra Göksu nehri ile buluyoruz. Tam nehirle buluştuk
derken, bir de CHP nin konvoyuyla da buluşuyoruz. Meğerse mitinge Kemal
Kılıçdaroğlu geliyormuş. Bir an göz göze geliyor ve selamlaşıyoruz. Otobüste
sunuculuk (Çığırtkan ya da onlara ne deniyorsa) yapan kişi o kadar hızlı ki
hemen bize “Hayırlı yolculuklar” diliyor. Ve hemen peşinden hayırlı yağmur
çiselemeye başlıyor. Hızlıca yağmurluklar giyilip yola devam ediyoruz. Hızım o
kadar düştü ki akşam Silifke’ ye yetişmekte sıkıntı yaşayabiliriz.
Bu arada yağmur fos çıktığı için yağmurluklarda çıkarılıyor.
Yolda benim ağrı arttıkça bol bol mola vermeye başlıyoruz. Sürekli ayağımı
dinlendirmeye çalışıyorum. Ama bir yönü ile de kötü oluyor. Bisikletten inmek
ve binmem gerçek bir zulüm. Kas gevşetici ya da ağrı kesici de almak
istemiyorum. Çünkü yolun gittiğimiz tarafı uçuruma çok yakın. Ufak bir hatayı
dahi kaldırmayacak yollardan gidiyoruz. Bu arada manzara ufak ufak güzelleşmeye
ve dikkatimi cezbetmeye başlıyor. Göksu
vadisine girdik ve mükemmel bir manzara var. Aşağıda Göksu nehri kanyonun içinden
yılan gibi kıvrılarak mükemmel bir manzara veriyor. Her yer ağaçlık,
karşımızdaki yamaç aşağıya kadar bir duvar gibi düz ve neredeyse pürüzsüz.
Manzaraya odaklanmam ağrımı 2. Plana atmamı sağlıyor. Burada olmaktan gerçekten
de mutluyum. Biraz daha gittikten sonra Değirmendere köyünün içinden geçerken
bir mola veriyoruz. Bu arada Karaman tarafında bize ihtiyarların “Mut’un hemen
çıkışında” diye tarif ettikleri
lokantanın en az 60 km
uzaklıktaki Değirmendere köyünde olduğunu orada mola verdiğimizde öğreniyoruz.
Eğer onların lafını dikkate alsaydık kesin aç kalmıştık. Çünkü Mut’ la burası
arasında neredeyse hiçbir şey yok.
Molamızda biraz Çilek alıp dinlenirken hoş sohbet bir köylü yanımıza
geliyor ve sohbete dalıyoruz. Özellikle Mayıs ayında İstanbul’ a gelen çilek ve
can eriğinin bu bölgede yetiştiğini söylüyor. Gerçekten de yolda erik ve çilek
kamyonları ve evlerin önündeki erik paketleri dikkatimiz çekmişti. Yolun
durumunu vereceği cevaba inanmayacağımızı bildiğimiz halde soruyor ve engebeli
yörelerin meşhur “bundan sonrası dümdüz” cevabını alıyoruz. Konya ahalisinin
gözünü seveyim. Adamlara rampa sorduğunda 30 metrelik yükselti bile dağ gibi
geldiğinden, o kadar detaylı anlatıyorlardı ki, hepsi tutuyordu. Ama Geçen
yılki Çanakkale turunda olduğu gibi engebeli yörelerde aldığımız cevaplarda
“bundan sonrası düz” lafının ne kadar can acıtacağını biliyoruz.
Ahali ile vedalaşıp bir iki fotoğraf çektikten sonra
yolumuza koyuluyoruz. Yolda ki ufak tefek iniş çıkışlardan sonra Göksu nehrinin
üzerindeki bir köprüden karşıya geçiyoruz.
Kanyonun içinde olmanın sonucu olarak hava erkenden kararmaya başlıyor.
Yolumuzun son 15 kilometresi ve yol buradan sonra genişleyip asfalt kalitesi
artıyor. Ama aynı anda %8 lik bir rampa bizi karşılıyor. Vitesi en hafife
ayarlayıp ayağa kalkmadan ağrılı sızılı yoluma devam ediyorum. Yol tamamen kararmış durumdayken son 3-4
kilometremizi lambayı bile monte etmeden tamamlıyoruz. Silifke’ de
öğretmenevine gittiğimizde ortalıkta kimseyi bulamıyoruz. Öğretmenevinin
içinde, öğretmenevini arayarak bir kişiye ulaşıyor, lobide olduğumuzu
söylüyoruz. Görevli geldikten sonra hemen odamıza çıkıp duş alıyoruz. Duşta
parmaklarımın üzerine kalktığımda o acının yine aynı sertlikte devam ettiğini
görüyorum.
Bu sefer yemeği dışarıda yemek istediğimizden sokağa çıkıyor
ve bir han girişinde kebapçı buluyoruz. Önümüze geleni bitirmemiz saniyeler
aldığından garson çocuk bizi garip garip süzüyor. Oğlum açız aç! Midem her daim
boş. Utanmasam 1-2 porsiyon daha bir şeyler yiyeceğim.
Yemek faslından sonra fazla oyalanmadan odamıza dönüyorum.
Yarınki durumuma göre turun devam edip etmeyeceğine karar verip uykuya
çekiliyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)